30 Mayıs 2008 Cuma

Wannabe'ler: Komik ama Acıklı

İngilizce'de kullanmaktan çok haz aldığım kelimelerden bir tanesi "wannabe"dir. İlla ki Türkçe olsun diyorsanız buna "özenti" diyebiliriz. Buradan da anlaşılacağı gibi bu blog'un konusu wannabe'lik olacak. Her ne kadar ajandamda yazmak isteyip de yazamadığım (vakit, tembellik, vazife) birçok konu olsa da bu akşam dikkatimi çeken iki husus wannabe'ler üzerine yazmayı tetikledi beni.



Efendim ilk husus bugün gitmiş olduğum bir sinema filminden kaynaklanıyor; Sex and the City... Kendisi gerçekten hayranı olduğum bir televizyon dizisidir. Hatta o kadar çok severim ki bir kez izlemeye doyamayıp, seri bittikçe tekrar tekrar rutin bir şekilde izlerim. Bugün de hiç planlamadığım bir anda filmine giderek akşamıma neşe katmıştır kendileri. Güzeldi fakat dizisinden sonra film fikri beni biraz korkuttu. Nitekim bakınız Asmalı Konak hadisesi. Her ne kadar diziyi bilmesem de filminin, dizi seyircisi tarafından iğrenç bulunduğu kulağıma geldi. Neyse konu bu değil. Mevzuya geri dönecek olursak bahse girerim bu film çevremizdeki wannabe insan topluluklarını tetikleyecek nitelikte. Sex and the City zaten dizi olarak izleyicisine bambaşka bir dünya ve de bambaşka hayatlar sunan bir diziydi. Hali vakti yerinde kadınlar, dünyanın başkenti denilebilecek bir şehir olan New York'ta, para pul kaygısı olmadan, en güzel kıyafetleri giyerek, en şahane restaurantlara barlara giderek hayatlarını yaşıyorlar. Bu sırada da gerçek aşkı arıyorlar. Dizide sunulanlar o kadar güzel ki her birey ister istemez o dünyanın bir parçası olmayı arzuluyor. Üstelik bu dizi o kadar popüler olmuştur ki ülkemizde "Metropol Işıkları" (yanlış olabilir adı) ve de "Omuz Omuza" gibisinden diziler olarak veya epilasyon makinası reklamlarında benzer konseptte karşımıza çıkmıştır.

Dizi sona erdi, şimdi filmiyle karşı karşıyayız. Yakın zamanda insanların hayatlarında ve tarzlarında ciddi değişikliklere tanık olacağız bu da tamamen wannabe'likten kaynaklanacak. Manhattan'lı dört kadının hayat tarzlarına o kadar imrenecekler ki onlarınkiyle aynı kıyafetler giyilmeye çalışılacak (satın alma gücü buna bir nebze mani olacak), aynı tarz konuşmalar olacak, aynı tip restaurantlara gidilecek, aynı içkiler içilecek (Cosmopolitan). Özellikle bu etki daha çok genç kızlarımızda görülecek. 15 yaşındaki küçük ablalar 35 yaşında görünecekler (evet kabul ediyorum bir erkek olarak bazı fantezilerimi süslüyor). Aşırı makyaj yaparak aramızda geyşa gibi gezincekler, oysa bilmezler ki hafif makyajın ne kadar başarılı olduğunu. Nitekim dün Lafayet'te Jelatin'e mezuniyet kıyafeti bakarken bu konuda ısrarlı ve şiddetli bir konuşma yapmışlığım da vardır.

Efendim gelelim ikinci hususa. Sinemaya beraber gittiğim arkadaşlarımdan Fransız olanının giydiği t-shirt'e kafam fena takılmış durumda. Çocuk üzerinde devasa "Guess by Marciano" yazan bir t-shirt giymişti. Marciano Guess'in tasarımını yapan modacının adı aslında, fakat giydiği kıyafet bana bunu neden anlatmak zorunda? Eyvallah yeni sezon ürünü Marciano ürünleri yeni sayılır Guess kolleksiyonunda) fakat giyim-kuşamda en karşı olduğum şeylerden bir tanesi üzerinde hangi markaya ait olduğunu belli eden ibareler. Resmen karşıdaki insanın gözüne gözüne sokmak için, aklınca hava atmak için ve de markanın reklamını yapmak için tasarlanmış kıyafetlerdir. İnanın o hatayı liseye yeni başladığımda tasarımcı kıyafetleriyle yeni yeni tanışmaya başladığımda Donna Karan'dan aldığım iki t-shirt ile ilk ve son kez yapmışımdır. Ondan sonraki seçimler bağırmayan, sadece çizgisiyle ve kalitesiyle kendini gösteren tasarımlar olmuştur. Üstüne üstlük bırakın markanın adının yazmasını, birçok zaman kendim bile dile getirmem tasarımcı markası olduğunu. Bu nedenle siz siz olun üzerinde adı yazan hiçbir kıyafeti almayın. Eğer alışveriş bilginiz biraz olsun varsa şunu da bilirsiniz ki bu tarz; DKNY, Guess, Armani yazan kıyafetler genelde markaların alt segmentlerine ait olup asıl kollesiyondan çok daha ucuza satılmaktadır. Sırf marka giymiş olmaktansa hiç giymeyin daha iyi. İşte bu wannabe'likten öteye asla gitmez, gidemez. Hele bu akşam çocuğun giydiği ceket (blazer olamayacak kadar şık ve ciddi bir kesim) ve de altındaki Puma spor ayakkabıların çizdiği resim tamamen altı kaval üstü şişhane durumuna zemin hazırlıyordu. İçine giydiği t-shirt ile sigortalarım attı. Tanrım bilinçsizlik ve zevksizlik korkunç bir şey.


Sex and the City ile yakında çevremizde bunun gibi "marka giymiş olmak için giymek" durumlarıyla sıklıkla karşılaşacağız. İşin acı kısmı ise birçok kişi bırakın bağıran t-shirtler giymeyi, fasonlarla çevremizi saracaklar. Ne yazık ki ülkemizde bu çok yaygın olduğu için içim ayrı bir sızlamakta. Hem tasarımcıya, hem de orjinal ürün alıcısına ayrı bir haksızlık ediliyor. Haa aranızdan muhakak birileri çıkıp diyecek: "Salak mıyım ben de ona o kadar para vereceğim?" diye. Verirsiniz veya veremezsiniz fakat şunu bilin ki aynı şekilde tatmin olmazsınız, aynı kaliteyi bulamazsınız ve de adınız sahteciye çıkar. Unutmamak gerek ki moda ve markalar kişinin kendisinin ve de zevklerinin bir ifadesidir, bir nevi kimliktir. Doğruyu söylemek gerekirse sahteciler yüzünden hakiki alıcıya da potansiyel sahteci gözüyle bakılıyor. Eğer sizin için Louis Vuitton'un kendisi değil de taklidinin aynı hizmeti sunması önemliyse, kimse kusura bakmasın ama Migros poşeti de aynı vazifeyi görebilir. Orjinali ile sahtesi hiçbir şekilde aynı değildir. Her neyse eğer bayansanız Cosmopolitan, Vogue, Elle, şayet erkek iseniz GQ, Vogue Homme gibi dergilere başvurun. Böylece moda kurbanı olmazsınız ve de neyin ne olduğu ile ilgili bir fikir sahibi olursunuz. Wannabe olmayın, ne istediğinizi bilin. Böylece özgün zevkinizle kendinize laf getirtip komik duruma düşmezsiniz, fakat tarzınızı yaratırsınız.
P.S: Resimdeki Guess t-shit'ü nispeten iyi olup sırf resim olsun maksadıyla konulmuştur. Ayrıca bu yazı yazılırıken dostlarım tenzih edilmiştir.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Hayat Müşterektir (!)

Geçende gördüğüm ufak bir manzarayı paylaşmak istiyorum. Her ne kadar uzun uzun döşediğim yazılarım olsa da bu seferkini kısa tutacağım. Gördüğüm enstantane bir kez daha bekar hayatın neden güzel olduğunu anlamama yardımcı oldu.

Sokakta biraz fazla hızlı yürüdüğüm için bir sürü insanı geçerim. Şans budur ki önümde dört kişi vardı ve onları da geçmem gerekiyordu. Şöyle bir bakış attım ve de boşlukları kestirip kendi çapımda yayan makasa girecektim ki o dört kişiyi de şöyle bir süzüverdim. Bu kişiler çiftler, ancak bu çiftler birbirlerinden bağımsız olarak sokakta yürüyorlar, yani belli ki birbirlerini tanımıyorlar. Çift no.1 genç bir anne ve de genç bir babadan oluşuyor. Yolda yürürlerken aynı zamanda bebek arabasındaki çocuklarını gezdiriyorlar. Çift no.2 yaşlı bir amca ve de yaşlı bir teyze hava almaya çıkmışlar. Teyze çok yaşlı olduğu için tekerlekli sandalyede, amca ise onu dolaştırıyor. Evet çıkarılacak derse gelecek olursak; yaşınız kaç olursa olsun ilişkilere başlayınca bir takım sorumluluklar da başlıyor ve başkaları sizlere ayakbağı oluyor. Çift no.1'de baba, bebek arabasını itiyor ve çift no.2'de amca, teyzeyi tekerlekli sandalyede itiyor. Zaman geçse dahi birlikteliklerde erkekler her zaman birilerini itiyor, çekiyor, taşıyor, başkalarının sorumluluğunu alıyor. Başkalarından ötürü ne yazık ki kendinize zaman kalamayabiliyor ve hayatın sefasını özgürce süremiyorsunuz.

Sanırım kimsenin bana ayakbağı olmasını istemediğim için daha çok uzun bir süre bekar kalmayı tercih edeceğim. Tabii belli bir zamandan sonra çocuk yapıp onları iğrenç emellerime ulaşabilmem için kendime yardımcı tayin edeceğim, küçük kurmaylarım olacaklar. Yoksa evlilik, düğün, dernek falan hak getire. Hiç elalemin kızını mutlu etmek için kasamam kendimi. Efendim duyamıyorum daha yüksek sesle alayım, şimdi hep beraber: "Allah belanı versin Ralph!".

6 Mayıs 2008 Salı

Lanet Bir Bahar Fantezisi

Bahar aylarını sevmekle beraber aynı zamanda hep bir nefret etmişliğim vardır. Tamam herşey iyi güzel doğa uyanıyor, havalar ısınıyor; öte yandan insanın içinde bir takım kıpırdanmalar oluyor, kanı kaynıyor. Lanet olsun ki tıpkı Sezen Aksu'nun da dediği gibi ne hikmetse "Ben her bahar aşık olurum", düzeltiyorum aşık olmaya meğilli olurum, ne de olsa o kadar yoğun duygular yaşamam kolay kolay. Artık feromon algılarım mı değişiyor, yoksa sağda solda sevişen tiplerden mi etkileniyorum bilinmez ama feci derecede değişime uğruyorum. Biliyorum ki bu ben değilim... İlişkilerime (başarısız) şöyle bir bakınca farkettim ki genelde baharla beraber başlar ve de baharın bitişiyle, hatta daha da evvel, sona erer. Beceremiyorum, yapamıyorum, ama kabahat benim. Dediğim gibi baharla ben de uyanırım ama sonunda hep kıçımın üstüne otururum. Bu durumu görsel olarak anlatabilmem adına Bridget Jones: The Edge of Reason'ın başlangıç sahnesi sanırım yeterli olacaktır. Herşey Julie Andrews'un "The Hills are Alive with the Sound of Music" diye çemkirip bayırda çimende koşturmasıyla başlar. Bridget Jones'da bu durumdan etkilenir ve Mark Darcy'sine benzer bir şekilde koşar. Ben de aslında farkında olmadan aynı fanteziyi kurarım kafamda, yarim karşıdan koşacak ben de ona koşacağım ve de öyle sarılıp, eksenimiz etrafında döneceğiz. Anlatırken bile utandım çünkü hiç öyle bir insan değilimdir, romantizm bilmem, üstüne bencil ve de sevgisizimdir. Anlamıyorum nasıl öyle bir hayal kurarım? Herşeyden evvel tarzım değil...

Bahar vakti iyi, kötü, kör topal birşeyler yaşarım. Yaşamam gerektiği için, ama daha sonra içime kaçıp da bana çılgın fanteziler kurduran varlık bir anda kaybolur ve de korkunç bir gerçekliğin içinde bulurum kendimi. Sorarım; Tanrım ben ne yaptım, burada, bununla ne işim var diye. İşte o zaman Edge of Reason'daki skydiving sahnesi gerçek olur, uçaktan atlarsın ve kendini bir anda domuz çukurunun içine boka çakılmış bulursun. Berbat birşey...

Kafam bu aralar çok karışık o yüzden , yine bahar ayları ve de yine içten gelen dürtüklemeler. Beğeni bariyerlerim tamamen gardını bırakmış durumda ve de her an herşeyin olabileceğinden korkuyorum. Kafamda kendi çapımda fevkalade güzellikte adaylar bile belirledim, fakat şükür ki Meksika uyruklu bu kızlar (bir tane değiller, çok bıçkınım da) evlerine dönecekler. Ancak yazarken farkettim ki hani burada kalsalar sanki iliklerini kurutacağım sevişmekten. Yok öyle değil tabii ki ama gereksiz girişimler yapmamak lazım. Ne de olsa aşk arayan bir adam değilim. Ben sadece kendimi severim...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Bienvenue sur le pavillon de Ralphius

Daha önce de dediğim gibi sık sık git geller yaşayan bir insanım, bu yüzden blog'umu tekrar Türkçe yamaya karar verdim. İngilizce yazmamın tek nedeni daha fazla insan tarafından okunmaktı ki bu fikrin prensibime aykırı olduğuna kanaat getirdim. Bu yola ilk çıktığım zaman okunma kaygısı duymadan sadece aklımdan geçenleri, hissettiklerimi yazacaktım. Malesef bu kararımı çiğnemiş oldum. Hem de şu unutlmamalıdır ki kişi kendisini en iyi ana diliyle ifade eder.



Kafam karışık bu aralar, kendimi boşlukta hissediyorum. Pesimist ve de gerçekçi bir yönüm olduğu için her zamanki gibi düşüncelere daldım, hayatımı sorguladım, bulunduğum nokta üzerine kafa patlattım ve dürüst olmak gerekirse ortaya çıkan tablo beni pek mutlu etmedi. Ailemi, arkadaşlarımı, herşeyimi kısacası hayatımı geride bırakarak bir yola baş koydum ve Fransa'ya geldim. Karar vermiştim ki geçmişe sünger çekip, yeni bir hayata başlayacaktım yurtdışında. Nitekim gerçekten de öyle oldu, bağlarımı mümkün mertebe kopardım. Hatta öyle ki ailemle, bana en yakın olan insanlarla, iki haftada bir telefonla yaklaşık 5 dakika konuşuyordum. En yakın arkadaşlarımı ise aramak bir yana Facebook'tan, msn'den mesaj bile atmıyordum.


Fransa'ya geldiğimden beri yeni insanlarla tanıştım, farklı farklı milletlerden gelen bir sürü arkadaşım oldu. Sevdiklerim oldu, kafasını omurgasıyla beraber yerinden sökmek istediklerim oldu. Türk arkadaşlarım da oldu epeyce. Yedik, içtik, gezdik, tozduk, sohbet ettik. Şimdi dönem sonu geldi ve herkes geldiği yere geri dönüyor, ben ise bir müddet daha burada kalacağım, hatta seneye de burada olacağım Aralık'a kadar. Sonrası ise meçhul artık nereye gideceğimi ben bile bilmiyorum; belki ABD, belki İngiltere, belki Fransa tekrar, belki de Türkiye'ye daimi dönüş. Burada tanıştığım insanlardan mezun olanlar iş hayatına atılıyor, exchange için gelenler evlerine normal hayatlarına geri dönüyorlar. Buraya kadarmış, sizlerle tanışmak güzeldi diyerek vedalaşılıyor. Üstüne bir de sanki çok olacakmış gibi: "İlerde mutlaka görüşeceğiz" gibisinden yalan vaatlerde bulunuluyor. Kısacası hikaye sona eriyor. Öte yandan Facebook'ta insanların hayatlarını röntgenlerken gelen notification'larda arkadaşlarımın, geride bıraktığım insanların resimlerini görüyorum. Herkes bıraktığım gibi birlikteler, geziyorlar, eğleniyorlar, kimisi okumaya devam ediyor, kimisi de çalışmaya başlamış iş güç sahibi olmuş. Hatta aralarında nişanlananlar ve evlenenler bile var...


Tekrar bana geri dönecek olursak duruyorum ve düşünüyorum. Tamam herkes evine dönüyor, Türkiye'dekilerin kendi uğraşları var, peki benim neyim var? Cevabı ne yazık ki hiçbirşey, çünkü kendime ait bir hayatım yok. Şimdi okul da kapandı ve bunu bütün şiddetiyle yaşıyorum. Burada edindiğim arkadaşlıklar ne gerçek arkadaşlıklar, ne de yaptıklarım ettiklerim gerçek hayatın ta kendisi. Tamamen boşluktayım, hayatımı da beraber bu boşluğun içine sürüklüyorum. İşte bu noktada hayatımı bir pavyona benzettim ve içindeki tek konsomatris de benim. Burası öyle bir yer ki insanlar uğrar, gelir, geçer, eğlendirirsin, güldürürsün, keyiflendirirsin. Saatler geç olduğunda ise evlerine dönerler, onlara yaşattığım mutluluklarla. Ben ise gidecek yerim olmadığı için yapacak işim olmadığı için bir sonraki gelecekleri beklemeye koyulurum ve bu rutin tekrarlanır. O kadar berbat durumdayım ki, kendime ait hiçbir şey olmadığı seks hayatım da kalmadı. Üstelik ister istemez başkalarınınkine dahil oluyorum. Hayır gang bang'den bahsetmiyorum. Yan tarfta yaşayan ben 4 yaş küçük pisliğin sabah, öğlen, öğleden sonra, akşam ve gece yaptığı seksi duymaya maruz kalıyorum. Sersem kız arkadaşını odaya kilitledi herhalde.



Bu akşam kalabalık bir jübile olacak. Misafirleri asıl hayatlarına uğurlarken ben burada kalıp yeni gelecek olanları beklemeye koyulacağım, onlar geldiğinde göreve yeniden başlıyor olacak. Fakat ne yazık ki yaşadıklarımın, tanıştıklarımın hiçbiri kalıcı değil, gerçek bile değil...

Korkarım Misafirlerimiz Var Jonathan

Visitor Map