20 Nisan 2009 Pazartesi

Ralph Bey'in gündüz düşleri...

Her bahar olduğu gibi bu bahar da çiçekler açar, böcekler türer, kediler vıyaklar, hayvanlar çiftleşir ve doğa uyanır... Geçen sene bahsettiğim gibi bu uyanıştan benim de nasibimi almam gerekirdi ki bu genelde kontrolden çıkan libido seviyemle ölçülürdü. Ancak bu sene işler biraz değişti ve her zaman tavan yapan hormonlarımın ve üreme iç güdümün yerinde yeller esiyordu... Etrafımda hareket eden her canlıya karşı bir cinsel isteksizlik yaşıyordum. Korkmuştum, ürkmüştüm, meraklanmıştım.

Nihayet bu cumartesi lanetin üzerimden kalktığını hissettim. Her hafta olduğu için artık gelenekselleşen cumartesi doğum günlerinin bu ayağında uzun zamandır hissetmediğim birşey oldu. Laf arasında her hafta birilerinin doğum gününe gitmem fazla arkadaşım olduğu anlamına gelmiyor,yanlış anlaşılmasın. Nitekim bilindiği üzere insan sever taklidini iyi yaparım.


Bu haftaki destinasyonumuz birçokları tarafından bilinen Richmond Hotel Beyoğlu'nun terasındaki Leb-i Derya idi. Familya bireyleriyle yemek yemek durumunda kaldığım için yemeğe biraz geç kalmıştım; fakat Vodka-Martini için günün hiçbir saati geç veya erken sayılmayacağı için sonradan katıldım güruha. Katışımcı kitlesi benimle beraber sekiz kişiyi bulmuştu ve tanıdık tanımadık kitleye bir göz attığımda gözüme bir figür çarptı. Tabii sadece gözüme çarptığıyla kalmadığı gibi kalbim de hızlıca çarpıverdi. Ancak rengimi hiç belli etmedim, salakça bir adım atıp embesil durumuna düşmek istemedim çünkü. Pot ve kalp kırmayı kolayca becerebilen bir adam olarak pusuya yatmaya karar verdim. Bir müddet Bayan K.İ.'yi analiz ettim ve kendisi bir adım atarak aslında beni önceden tanıdığını söyledi...


Şaşırdım, belli etmemeye çalıştım ama aslında çok belli oluyordu onu tanımadığım. Öyle mi nerden diye bir soru sorup yine bir pot kırmıştım aslında bilmeden. Rezalete gelin ki Bayan K.İ. meğerse benim liseden sınıf arkadaşımmış... Tahmin edilebileceği gibi iğrenç kasıntı ve sorunlu bir lise hayatı geçiren Ralph çirkin kızların ismini bile öğrenmeden okulun en popüler ve güzel kızlarıyla arkadaş olmayı gözüne kestirmiştir. Bayan K.İ. ise zamanla ne kadar çirkin (tanımıyorsam öyledir) olduğunun farkına varmış olmalı ki bir dizi estetik ameliyattan sonra bayan tipine bürünebilmeyi başarmıştır. Ameliyat kısmı şaka değil bu arada, sonrasında yapılan istihbarat raporu elime pazar günü geçti. Sohbet muhabbet şahane ve kendimi olduğumdan faarklı gösterme çabaları başladı. Konuşkan, güleryüzlü, arkadaş canlısı bir Ralph vardı o gece Leb-i Derya'da. Ama aslında öyle birini ben de tanımıyordum.


Gelelim işin ilginç yanına, o ana kadar fetih gözüyle baktığım bir insan iken kendileri bir anda beni salağa çevirdi. Hiç beklemediğim bir performansla beni kendisine hayran bıraktı, öyle ki libidom tavan yaptı. Üstelik libidodan da fazlası vardı; o konuştukça ben dalıp fantaziler kurmaya başlıyordum. Lakin lütfen aklınıza fantazi diyince cenabet fikirler gelmesin. Bebek'te yapılan sabah kahvaltılarını, Polonezköy'de tertiplenen piknikleri falan hayal ediyordum Çılgın Bediş misali. Çok tuhafıma gitti, oysa bunu en son üniversite ikide yaşamıştım. İşin güzel kısmı ise pazar günü Suadiye Robert's Coffee'de bir başka Bayan K.İ ile kahvaltı yaparken öğrendim. Beni kendisine hayran bırakan Bayan K.İ.'nin bana karşı boş olmadığı söylendi. Şayet beni eskiden tanıdığı için de tırsıp köşesine çekilmiş. Dediğim gibi kalp kırıcı olabiliyorum... Yine de düşünceliyim acaba zaman geçerse tiksinti gelir mi diye (bu da benimle ilgili bir diğer husus, gıcık olmaya başlıyorum karşımdakine, tabiri caizse her hareketin bir "ooops.....ıyk" olmasını bekliyorum). dediğim gibi hala pusudayım, ilginçtir ki uzun soluklu birşey istiyorum bu sefer ve hiçbir şey kesinleşmeden kimseyle bir şey paylaşmayacağım, işin ucunda fos çıkma ihtimali de var. Ancak özetle söyleyebilirim ki tüm salaklığıma rağmen zor kısım geride kaldı ve kanaatimce olumlu intiba bıraktım.


O akşam doğum günü adamları ve kadınları evlerine gitmeye hazırlanırken Hollystone'a sözüm olduğu için biraz daha erken kalktım. Bu arada kendisine de buradan ayrıca teşekkür ederim ki bana çoğu kokoş cumartesilerden farklı bir cumartesi turu attırdığı için... İlaveten alakasız olacak belki ama son zamanlarda taptığım bir reklamı yukarıda paylaşmadan da edemeyeceğim... İzledikçe bir erkek hayat hayattan daha ne ister ki diye sorasım geliyor...
















15 Nisan 2009 Çarşamba

"Haykırsam göklere..."

Dün alt katta yaşayan komşumuz vefat etti. Henüz binada yeniyim fakat sağlam istihbaratım olduğundan biliyorum ki bu dul bayan geride iki oğul bıraktı. Biri benimle neredeyse yaşıt diğeri ise işinde gücünde bir avukat. Bu kötü vesileyle ev tam bir cenaze evi... İşte böyle durumlarda insan bir süreliğine de olsa gündelik yaşantısının temposundan sıyrılıp düşünmeye başlıyor; ben ne yapıyorum, bir gün hepimiz öleceğiz, sevdiklerimiz teker teker göç edip gidiyor, iyi bir hayatım var veya tam tersi herşey çok kötü gidiyor en favori kafa patlatma konularından bazıları.


Tabii durum bu olunca insan derin bir karamsarlık içinde düşünmeye başlıyor; ben neredeyim, ne durumdayım, ne yapıyorum diye... Dürüst olmak gerekirse tablo pek hoş değil. Yeni geldiğim bu şehirde tanıdığım çok insan var ancak çok az arkadaşım var. Kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki anlatmaya kelimeler yetmez. Bütün ukalalıklarıma, küstahlıklarıma, azarlarıma, kaprislerime, vs. tahammül edebilen bütün eski dostlarımı geride bıraktım. Şimdi yeni bir başlangıç yapıyorum; ancak görünen o ki bu konuda pek başarılı değilim tanışıklığım olan insanlar bir zamandan sonra bana katlanamıyorlar ve yanıma bile yaklaşmıyorlar. Ankara'dan İstanbul'a geldiğimi haber alıp telefonlarımı susturmayan insanlar ben buraya geldiğimden beri kayıplar. Ayrıca çok uzun zamandır tanıdığım ve sevdiğim bir dostum ise artık benimle konuşmama kararı aldı. Bu kişi öyle birisi ki kendimi onun çocuğu gibi hissediyorum, anne vazifesini benimsemiş birisi bu hanım. Cenazeden sonra yalnız ölmek korkusuyla ve komşuların kokmuş cesedimin kokusuna geleceğini hayal ederek bu anne şefkati olan insanı arayarak özür dilemek istedim. Fakat bana artık yorulduğunu söyledi...

Evet kabahat benim insanları huyumla suyumla kendimden uzaklaştırıyorum, hatta nefret ettiriyorum fakat bu kemikleşmiş bir kere. İnsanları incitiyorum, kırıyorum üstelik bunu çok normal karşılıyorum kimi zaman insanların arasını bozmaktan, onları ağlarken görmekten, başarısızlıklarından büyük zevk bile alıyorum. İnsanları oyuncak gibi gördüğüm için onları manipüle etmekten, onlarla oynamaktan büyük haz alıyorum. Ne yalan söyleyeyim değişmem de (o zaman müstahak sana demenizi duyar gibi oluyorum)... Buna bağlı olarak şu aralar en sevdiğim şarkı Nilüfer'in eski bir şarkısı olan "Göreceksin Kendini", hatta öyle ki bir kaç entry evvel ki yazımın da başlığını oluşturur kendileri.


Bunun yanında fark ettim ki ben hiç aşık olmamışım, bu geceye kadar kimseden özür dilememişim, kimsenin peşinden koşmamışım, hayatın ince detaylarına hiç bir dakika bile durup göz atmamışım. "Ne güzel", "harika", "iyi ki" ile başlayan cümlelerim "neden öyle", "berbat", "ıyk" ile olanlardan daha az. Hiçbir şeyden memnun olmamışım. Şu ömrümün 24 senesini şikayet ederek, insanları hor görerek, olaylardan mutluluklar çıkarmadan geçirmişim. Mutlu olduğumu sanırken aslında çok temelsiz geçici mutluluklarla yetinmişim. Sonra da bir bakmışsın ki hayatının üçte birini yaşamışsın geriye de çok fazla birşey kalmamıştır, bu sürenin iki katı kadar bir zaman iyi koşullarda. Bundan sonrasının da değişeceğinden oldukça şüpheliyim. Denemek istediğimden bile emin değilim... Öfkeyi, nefreti, tiksintiyi güzel duygulara ne yazık ki acı çekmeyi seven bir bünye olarak tercih ediyorum. Bu noktada da bir diğer beğendiğim şarkı olan Ömür Göksel'in "Yaşadım mı, Öldüm mü" sü ile kendime zihinsel işkence yapıyorum.











14 Nisan 2009 Salı

"Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da..."


Alkollü blog yazmaya o kadar alışmışım ki yazdığım yazıları ertesi gün okuduğumda üzerime bir tiksinti geliyor. Sorun içerik değil, biçim ve anlaşılan o ki alkol beyin hücrelerimi etkileyip kendimi ifade etmem konusunda bir mani teşkil ediyor. Evet bir konu belirliyorum ve o topik üzerine yazmak istiyorum ancak beceremiyorum. Ancak bu sefer tamamen ayığım, her ne kadar elim şişeye uzanmak için irademle savaşsa da bu akşam içmeyeceğim.

Cumartesi sabahı bir kamyon filosunun altında kalmış edasıyla uyandım ve giyinmeye başladım çünkü bir gece önce kahvaltıya sözüm vardı. Bir Ankaralı'ya oldukça egzotik gelen Boğaz'da kahvaltı konseptini gerçekleştirmek üzere Çengelköy muhitine doğru yol aldım. İki sohbet, bir gazete ve bir kahve sonra kalktık ve biraz da karşı sahile gidelim derken Bayan H.N ve Bayan K.I. ile kendimi aniden Bebek'in vıcık vıcık kalabalığının ortasında buldum. Sakin ve Lucca dışında birşey olsun derken daha önce dikkatimi çekmeyen (There's a new man in town) "Happily Ever After" isimli sevimli bir yere attık bünyelerimizi. Tekrar sohbet, biraz tatlı ve dört kadeh şarap süren bu ziyaret, içeriye en yakın arkadaşımın maganda eski kız arkadaşının girmesiyle ve Rejans'a yaptırdığımız akşam yemeği rezervasyonu saatinin gelmesiyle son bulmak durumunda kaldı. Bulduğumuz ilk taksiyle, ki bu yaklaşık yarım saat süren bir arayış Beyoğlu'na doğru yola koyulduk.


Rejans; yaklaşık 75 yıllık tarihi olan bir restaurant. İlginç bir tezattır ki Fransızca ismi olan bu mekan aslında bir Rus restaurantı olup. Miller'ın en iyi yeme içme yerlerinden biri olarak honore edilmiş. Büyütülecek birşey yok; nihayetinde Michelin yıldızı almış değil... İçeriye girer girmez bir anda bir bağlılık hissettim. Sanki yıllar evvel ben buraya geliyordum, aşık oldum bir anda ve ilginçtir aslında ki iç mekanda çok matah birşey yoktu. Eski bir bina, sade fakat yine eski bir iç tasarım, yüksek tavan, iddialı olmayan bir avize, duvarda berbat yağlı boya tablolar, eskiden kalma fakat belli ki restore edilmiş bir zemin, balkon katı, yarı duvara kadar ahşap kaplamalar... İçeride kendimi sanki Madame Bovary kitabının bir sahnesinde veya eski Paris salonlarından birinde gibi hissettim.


İçeride buluştuğumuz diğer hanımlar ve beylerle yedi kişi oluvermiştik, yine de yedi arkadaştık cümlesini kuramıyorum üzgünüm. Aralarında sevmediklerim var çünkü. Her neyse, yerlerimize oturduktan sonra masamızla ilgilenen garson bu zamana kadar görmediğim bir giriş yaptı: "İyi akşamlar bayanlar, baylar ben Uğur. Sizlere hayırlı akşamlar, hayatlar, aşklar, afiyetler..." diye devam eden yaklaşık 30 hayır çeşidi saydı ve devam etti: "Bu akşam size ben hizmet edeceğim ve ben Ortadoğu ve Balkanlar'ın en tombul yanaklı ve en güleç garsonuyum." diyerek noktaladı. Şaşkın bizlerin ifadesi, durumu idrak edince sempatiye dönüştü tabii ve dedik aramızda ne tatlı bir garson diye. Sonra da siparişlerimizi verdik.

Soframız yavaş yavaş güzelleşmeye başladı. Önce limonlu vodkalarımızı shot'ladık, antrelerimizi yedik ve büyük bir heyecanla ana yemeklerimizi beklemeye koyulduk. Uğur elinde tabaklarla belirdiğinde gözlerimiz çoktan faltaşına dönmüştü ve servisi yaparken de ağzımızdan salyalar akıyordu. Kanaatimce oradaki en güzel yemek olan "Adbirnaya"yı istemiştim ben. Jambon, peynir ve mantar doldurulmuş pane dana eti. Yazarken bile ağzım sulandı tekrar ki gerçekten yemek övgüyü hakediyordu. Servis devam ederken ilginç birşey oldu. Bayan H.N. enginardan nefret eden birisi olarak, önüne gelen enginar içerikli yemeği görünce duraksadı ve kendisinin bu yemeği sipariş vermediğini nazik bir dille anlatmaya çalıştı Garson Uğur'a. Normal şartlar altında beklenen cevap; kusura bakmayın iken bir anda garsonun kız ile iddialaşmaya başladığına tanık olduk. Adam öyle tutkulu bir şekilde: "Hayır, hayır, siz onu demediniz, hayır, ben ne duyduğumu biliyorum, hayır, yanlışsınız..." diye ateş etti ki susturulduk. Sadece iddiaya giren bir ilkokul çocuğu edasıyla serçe parmağını havaya kaldırmadığı kalmıştı bir. Peki hata olabilir düzeltebilirdiniz ama düzeltmediniz bu da hanenize yazılan eksi bir puan.


Saat 21:30 sularında Gürcü bir bayan ile Kırgız bir Bey misafirlere canlı müzik çalıyorlar. Bay bir piyanistken bayan da vokalistlik yapıyor. Müzik yelpazesi ise çok güzel ve geniş; bir bakıyorsunuz Rus folk şarkıları çalınıp söyleniyor, bir bakıyorsunuz Şecaattin Tanyerli tangoları. Tekrar geçmişe gidiverdim o anda. Tabii vodkam bitince dedim yalnız gitmeyeyim, kadeh beyaz şarap söyleyeyim de o da gelsin benimle diyerek yuvarlamaya başladım kadehleri; 1, 2, 3, 4,... Tatlılar da yenildikten sonra artık hessap isteme vakti gelir ki biz de yavaştan Asmalımescit'e geçelim. Hesap Garson Uğur tarafından Kaşıkçı Elması taşınıyormuşçasına getirilir ve masaya bırakılır. Hesap normal gelmiştir ne az, ne de çok ancak yolunda gitmeyen, doğru gözükmeyen birşeyler vardı. Antreler + yemek + ortaya söylenen tatlılar + vodka kişi başı 70 TL gibi bir tutardayken, içtiğim şarabın kadehi 20 TL'ydi! Hayatım boyunca kadeh şaraba o kadar para verdiğimi bilmem yeryüzünün hiçbir ülkesinde ki şarabı çok sevmeme rağmen. Hani şişe açtırsam neyse fakat kadeh olunca işler değişiyor.


Garson Uğur'a burada sanırım bir yanlışlık var diye sormaya yeltendiğimde bana tokat gibi bir cevap verdi. Yine normalde olması gereken cevabın: "Bir baktırayım hemen" tarzında olması umulurken bana: "Anlaşılan siz hayatınızda daha önce hiç 75 yıllık bir restaurantta yemek yemediniz" dedi. Salak oldum şaşırdım kaldım, ben de aksini söyledim ki gerçekten de Michelin yıldızlı bir yerde de Paris'in eski restaurantlarında da bulunmuşluğum vardır ayıptır söylemesi. Beni orada ezdikten sonra devam etti ve bana kadehte şarap satmadıklarını yalnız eğer rica edilirse insanları kırmamak adına istisnalar yaptıklarını söyledi. Fakat şu var ki bana kimse kadehte şarap vermiyoruz demedi, tamam menüde gerçekten de yoktu kadeh şarap ibaresi ancak birçok yer istenilince getiriyor menüde olsun veya olmasın. Ayrıca bu çok temel bir restaurant kaidesidir ki kadeh şarap HER ZAMAN vardır. Özellikle ısrar etsem cezam neyse çekerim ama "bir kadeh beyaz şarap lütfen" dediğimde verilen cevap sadece basit bir "tamam" idi. Bu da yetmezmiş gibi ve yaptıkları marifetmiş gibi konuşmasını sürdürdü: "Size getirdiğimiz şarap çok özel bir şarap ve ............" diye özelliklerini saymaya başladı. Yahu kardeşim ben bana en özelinizi getirin mi dedim, tamam e hadi de madem gene iyilik yapıyosun sanki rica etmişimcesine bari söyle şunu getiriyoruz şarap olarak diye. Ayrıca ben bu noktada bana yalan söylendiğini düşünüyorum; çünkü hiçbir restaurantta Doluca, Kavaklıdere gibi markalar varken kalkıp da işletmeler kadehte en özel şaraplarını satmazlar. Şarap açıldıktan sonra bozuluyor ve madem bozulacak, kadeh şaraplar bizim düşük fiyatlı şaraplarımız olsun mantığı vardır. Ortadoğu ve Balkanlar'ın en tombul yanaklı ve güleç garsonu Uğur güzel başlayan introduction'ının ardından yaptığı terbiyesizliklerle, edepsizliğiyle, yalancılığıyla güzel başlayan gecemizin içine tükürdü.


Güzel bir mekana ve güzel yemeklere gölge düşüren bu adam, geçmişe doğru yaptığım bu yolculuktan beni apar topar geri döndürdü ve kendimi yeniden 21. yüzyıl sahtekarlığının içinde buldum. İşin en acı kısmı ise adam beni ezerken orada tıkanıp kalmam ve haddini gerektiği gibi bildirememem. Ama tabii ki de bunun altında kalmaya niyetli değildim ve o akşam o masaya bahşiş bırakmayı yasaklattım. Madem böyle bir hırsızlığa kafa yoruyorsunuz, ben de çirkefliğe kafa yorarım... Bu konuda kesinlikle haklı olduğumu düşünüyorum, belki aranızdan bana ucuzcu diyenler çıkabilir ancak söylemeliyim ki aşağılanmak, kandırılmak ve aptal yerine koyulmak en tahammül edemediğim şeylerdir ve her zaman bunlara karşı daha fazlasını da yapmaya hazırım. 75 yıllık tarihi Rejans gözümde bir anda adi ve alalade bir yer hale geldi.




11 Nisan 2009 Cumartesi

Libido vs. Hissiyat

Nefret ediyorum libido güdümlü yaşamaktan ve buna göre hareket etmekten... Bu gece de öğrendiğim derslerden bir tanesi de hormonal faaliyetlerin berbat sonucunda uyanan pişmanlık ve tiksinti hissiyatı. Gündüz aldığım bir invitasyon sonucu bir arkadaşımın rezidansımtırak evindeki bir partiye davet edildim. Sosyal açlık çeken ben bu havadisin verdiği heyecanla hiç tereddütsüz kabul edip kendimi tepsiyle sundum. Aslında sosyal manada pek eksiğim yok formül basit: sahte bir gülümse ve sevecenlik, akabinde gelişen olaylar. Ancak asıl şikayetim yakın ve paylaşımcı çevremin burada olmaması. O yüzden buradaki ilişkilerim çok bir içten pazarlıklı ve yapmacık. Tamamen empathy hedefleyen cinsten.

Akşam 22:00'ye doğru evden çıkıp, son derece muhabbet meraklısı bir taksiciyle Ataşehir'in yolunu tuttum. Destinasyona vardığımda içerideki güruhla tanıştım ve devamında ne yazık ki katılımcılardan bir tanesi zamanında çok beğendiğim hatta ve hatta uzunca bir müddet fantazilerimi süsleyen bir bayandı. İsmi E. olan bu kişiye zamanında ayrı bir ilgim vardı ve her gördüğümde libidom ayrı bir yoğun çalışırdı beyin fonksiyonlarımın hayal gücüme paralel olarak ayrı bir işlevselleşmesiyle. Bu zamana kadar yüzeysel; fakat iyi kötü sık bir muhabbetim olan bu Havva kızının asıl neye benzediğini bu gece öğrenme şerefine nail oldum. Gülermisin, ağlarmısın...

En son bu bayan ile geçen hafta kazara doğumgünü vesilesiyle (gerçekten bilmeden ve istemeden sadece bir consommateur olarak) 360'ta bir araya geldim ve şimdi yeniden karşıma çıkmıştı. Sohbeti ilerletmeliyim derken atılan adımlar birbirini izledi. Fakat o atılan adımlar, dakikalar geçtikçe ve ben onu biraz daha tanıdıkça tersten maratona dönüştü. Bir anda bir tiksinti beynimin en ücra köşelerine doluverdi.

Kızı anlatmak gerekirse kendisinin bir Stepford Wife ve Charlote York (Sex and the City) kırması bir Türk olduğuna kanaat getirdim. "Ben iyi aile kızıyım", "Ben iyi bir terbiye aldım", "Ben ahlak kuralları çerçevesinde yaşarım", "Ben Beyoğlu'na asla gitmem çünkü büyüklerim bana öyle tembihledi" döktürdüğü incilerden bazıları. Aslında kızı liseden beri tanıdığım için bu üstte yazdıklarımın meali: "Ben her daim derslerime çok çalıştığım için bir sosyal hayatım yok. Aslında benim bu zamana kada bir erkek arkadaşım bile olmadı; çünkü bu Türk örf ve adetlerine aykırı... Bu yüzden fazla yargıcı ve şımarık bir kaltak oldum".

En son geçen hafta 360'dan çıkarken; kafam yüksek sesli müziği kaldırmıyor diyen bu bayandan başka birşey beklenilemez üstelik doğumgününde bizlere haydi evlere dağılalım önerisi bile getirdi bu şahıs. Bugün ise tablo yine aynıydı. İnci kolyemi ve bileziğimi takarım. Zaten babam beni çok sever ve onu utandıracak birşey yapmaktan korkarım şımarıklığına ve mutaasıblığına tam gaz devam ediyor. Ancak herşeyi o kadar sahte ve bayağı ki kendimi çoğu zaman Teletubbie'lerle konuşuyormuş gibi hissediyorum. Kızın herşeyi suni ve yapmacık.

Bir de üstüne çok düzgün ayakları yapıp bunları beğeni mevzusuna getirmiyor mu (ben house müzik sevmem) beni benden alıyor... Ayrıca beğeni argumanını sunan bu kızımızın kalkıp da başka insanların beğenilerine laf edip bok atması ise tam bir sakatlama durumu. Sadece beğeniler değil istek ve arzular da şımarıklık vesilesiyle manipülatif bir etki kazanıyor. Örnek: "Bence .... yapmayalım, herkes ...... gitsin çünkü öteki berbat bir yeeeer... Ya da bu akşam olduğu gibi Anadolu Yakası'nda kalan bir arkadaşının yanında konaklayacak olmasına rağmen, partide çok eğlenmekte olan arkadaşını bile eve gitmek fikri üzerine ikna faaliyetlerine girmesi iyice bir çileden çıkardı beni. Bırak kız eğleniyor ne zorluyorsun? Ya evine defıol git ya da, arkadaşının keyifine nazikçe gülümse, isteksiz bile olsan. Sen kimsin be? Son derece yapmacık olan uyduruk herkesle arkadaş olup onlarla iyi vakit geçirmeliyim, kişiler üzerinde etki bırakmalıyım kavramı ise bambaşka bir rezalet.

O kadar pişmanım ki şu salağın peşinde koştuğum zamanı harcadığım için... Senden ve tüm türevlerinden nefret ediyorum .

10 Nisan 2009 Cuma

"Köşesine Büzülmüş Hayattan Korkanlarda, Görecek Göreceksin Kendini"

İstanbul, İstanbul... Başkent'te doğup büyüyen, üstüne son iki yılını yurt dışına geçiren biri olarak İstanbul'a yerleşmek büyük bir hadise doğrusunu söylemek gerekirse. Hatta ürkütücü olduğu bile söylenebilir. Düşünsenize Paris'te bile 2 milyon insan yaşarken kalkıp da 12 milyonluk İstanbul'da bir hayat kurmaya çalışmak ne kadar kolay acaba?

Hayat kurmak bir işiniz olduğu sürece kolay bir mevzu aslında; düzenli bir gelir ve bu gelirin harcandığı kira, yeme-içme masrafları,... Fakat hayat kurmaktan kastımız nedir? Başını sokacak bir yere sahip olmak mı? Ya da her gün işe gitmek için bindiğin deniz otobüsünde aynı koltuğa oturmak mı? Ya da kendine ait bir hayata sahip olmak mı? Bence cevap sonuncusu, kişi her ne kadar kendi ayaklarının üzerinde dursa da fizyolojik ihtiyaçlarını gayet şahane bir biçimde giderse de eksik olan birşeyler daima olur. Bakınız Ralph'in durumuna...

Kendileri son derece rahat olsa da fizyolojik manada, İstanbul'da bakınız nasıl da dımdızlak kalmış ve yalnızığa terk edilmiş. Bu akşam uzun zamandır taciz ettiğim bir arkadaşımla Nişantaşı'nda buluşup akşam yemeği yeme kararı aldım. İşten çıkıp akşam 19:00 sularında Zazie'ye gittim ve arkadaşımı beklemeye karar verdim ki bu arkadaşım da benim gibi Ankarazedelerden. Sohbet şahane muhabbet harikulade fakat tıpkı büyük şair Kenan Doğulu'nun dediği gibi; tutamıyorum zamanı... Tabii zamanı tutamadığım gibi insanları da tutamıyorsunuz. Her ne kadar gönül o gecenin daha da uzayıp gitmesini istese de bu olmuyor ve illa ki birilerinin bir bahanesi çıkıyor. Dolu dolu geçen güzel bir yemeğin (aslında yemeği hiç beğenmedim, akşamın konsepti güzeldi sadece) ardından sohbet muhabbet güzelce devam etti. Sonra vakit geldi ve arkadaşım kalkmak zorunda kaldı; malum ertesi gün erken kalkıp işe gitmesi gerekiyordu. Tabii ben de işe gidecektim; ancak hiç umursamadım. Zaten günde yaklaşık 4 saat uyuduğum göze alınırsa uykusuzluk pek koymuyordu adama.

Arkadaşım masadan kalkınca consommateur hayatıma geri döndüm. Hemen arka masada oturan yakın bir arkadaşımın ve onun eskiden çalıştığı bankadan arkadaşlarının yanına gittim. Korkunç bankacı sohbetlerine bir müddet katlanmak zorunda kaldım, nihayetinde arkadaş hatırı var arada. Son derce sıkıcı geçen sohbetlerin ardından Nişantaşı'ndaki Koridor'a gittik. Adamların sohbetlerinden keyif almasam da kalma ihtiyacı duydum. Malum pek insan tanımıyorum ya ne kadar keyif alsam kardır dedim. Fakat maalesef tam tersi oldu; dostum ve arkadaşları uyumak üzere evlere dağıldılar.

Ben ise arkadaşı olmayan zavallı gariban olarak orda kalıverdim. Tek başıma koridorda ezik gibi dikildim. Arkadaşlarımı istiyorum, dostlarımı istiyorum. Payşabileceğim, dedikodu yapabileceğim birilerine ihtiyacım vardı. Yalnız yeni sayılacağımda edinecek dost pek bulunamıyor. O da işin ayrı bir dramatik boyutu. Alkol fazlası bünyeye dokundu uyku vakti...

7 Nisan 2009 Salı

Lanet Olası Küçük Şımarık Geri Döndü...

Son derece istikrarsız olan blogger hayatıma x. kez yeniden başlama kararı aldım. Aslında bu zamana kadar yazmak isteyip de yazamadığım birçok şey oldu. Bu benim tembelliğimden kaynaklanan birşey değildi, özellikle hayatımın şu son bir senesini mobil olarak yaşayıp, "evim" diyebileceğim bir adresimin hatta ve hatta kendime ait mobilyalarımın bile olmaması tahminimce durumu açıklar vaziyette.


Gündelik hayatta tuttuğum jurnalime gündelik yaklaşık 6-7 sayfa ayırmam, anlatmak istediğim birçok şey olduğuna işaret ediyor. Nitekim klavyenin başına oturup da (notebook kullandığım için aslında teorik olarak klavye benim genital bölgemin üzerinde oturuyor) hissiyatlarımı dillendirme kararı aldım. Detayları ilerleyen günlerde vereceğim, şayet bu sayımızda bu adam şimdi nerede ne yapar hususuna değinmeli.

En son baktım da 28 Aralık 2008 itibariyle protest bir yazı yazmışım şimdi ise ondan fersah fersah öndeyim. Göçebeliğim sonucu İstanbul'a geldim ve burada bir tanıdık vasıtasıyla ünlü ve son derece exclusive kabul edeceğimiz, elektronik aletler üzerine faaliyet gösteren yabancı bir firmanın ithalat departmanında işe başladım. Ayrıca bu firma bir takım yeraltı kaynaklarıyla ve onların ithalat-ihracat işleriyle de ilgileniyor. Ben de gözlerimde parıldayan dolar işaretlerini görmezden gelemedim ve bu madenin operasyonlarına da bulaştım. Eğer entrikalarım ve planlarım işe yararsa kendimi Shangai'de açacağımız ofise yollatma başarısına nail olacağım. Evet gerçekten uzak doğuya gitmek ve orada yaşamak istiyorum. Şirketin sahibiyle fazla yakın ilişkilerimin olması ayrıca zeki ve eğitimli olmam da göz önünde bulundurulursa geleceğim parlak. Evet bir an farkettim ki kurduğum cümle sanki patronun "prison bitch"iymişim hissiyatı uyandırdı.


1 Şubat itibariyle işe başladım ve şimdiden iki ay oldu bile. Çalışma saatleri çok rahat, işin tabiyatı çok keyifli, evime ulaşım çok rahat, parası iyi, vs... İnsan daha başka ne ister ki? Son entry'den bu yana tekrar yaşama tutundum ve farkettim ki insanoğlunun bünyesi burun gibiymiş. Koku bizi rahatsız edebilir ancak zamanla buna ayak uydurup, alışıp, kokuyu almamaya başlıyoruz. İşte bana da aynen öyle oldu, ya da amiyane tabiriyle folloş oldum veya kaşarlandım da diyebiliriz. Tekrar hayata döndüm ve bu sefer gerçekten tadını çıkartıyorum. Hiçbir şey de bunu bozamayacak (tamam askerlik hariç). Hatta öyle ki kimi embesil "corporate slave" şahıslar gibi ev-ofis doğru parçası arasında mümkün mertebe yaşmamaya çalışıyorum. Bunun olmaması için deli gibi mücadele ediyorum. O doğru parçasını; üçgen, dörtgen, beşgen ve diğer geometrik şekillere çevirmeye çalışıyorum elimden geldiği kadarıyla. Cuma, cumartesi zaten asla ama asla evde olunmaz ve en erken 3 gibi eve dönülmeli, pazar günleri brunch ayarında geçip akşamüstüne doğru içki seansına dönüşüyor. Hafta içleriyse ağırlıklı olarak çarşambadan itibaren yemekli geçiyor ve bu canımın istemesiyle alakalı olarak pazartesi veya salıya da sıçrayabiliyor. Ancak prensip olarak pazartesi ve salı günleri genelde vicdan azabı hissediyorum dışarıda olduğum için, ta ki 2 bardak vodka-martini'yi kafaya dikene kadar. Öyle ki bu tempoyla devam edersem bir de bakmışsınız ki Onur Baştürk Jr. veya Time Out İstanbul editörü kıvamında bir tip olabilirim.


Özetle durum kaçınılmaz olan tecavüzden büyük zevk almayı öğrenmemden ibaret. Hatta öyle ki herkesten önce orgazm olup "daha bir dahaaaa" diye bağırıyorum galiba. Kişi ne olursa olsun olaylara, durumlara her ne kadar şikayet edersek edelim rahatlıkla alışabiliyor. Benim durumum bundan ibaret ve bu yazıyla en son bıraktığım yerden şimdi nereye geldiğimi anlatmaya çalıştım. En kısa zamanda ufak serüvenlerimi sapıkça bir tutkuyla afişe edeceğim. Nihayetinde yeni bir hayat yeni bir şehir hatta iki senedir Fransa'da olduğum düşünülürse bıraktığımdan farklı bir ülke, ortam da diyebiliriz. Bakalım kahramanımız Ralphius ne cevizler kıracak... O zamana kadar hoşgeldin İstanbul'a Ralphius, biz de seni bekliyorduk...

Korkarım Misafirlerimiz Var Jonathan

Visitor Map