29 Aralık 2008 Pazartesi

Depresyondayım Unutuldum, Aldatıldım...

Fransa serüveninin istemeden de olsa sonuna geldim ve memlekete dönüş yaptım... Yahu bir düşününce ne umutlarla, heyecanlarla gitmiştim. Ancak herşeyden önce bu yazının "Ahh ne güzeldi keşke hiç bitmeseydi" kıvamında olduğunu zannetmeyin lütfen. Tabii ki de bitecekti, aksini düşünmek salaklık olurdu. Yalnız üzücü olan feci dercede hayal kırıklığına uğramam. Diploma benim için ikinci planda kalırken asıl maksadım master vesilesiyle orada kalıp iş bulmaktı. Olmadı... Şimdi ise işin üzücü yanı; ne istediğim işi yapabileceğim, ne istediğim firmada çalışabileceğim, ne de yaşamak istediğim şehirlerin birinde yaşayabileceğim. Merak edenlere duyurulur; başvurularımı Louis Vuitton, Channel, Gucci, Vacheron Constantin gibi firmalara yapmıştım, çalışmak istediğim şehirler ise New York, Londra, Paris gibi büyük şehirlerdi. Bu işin merkezi de Avrupa olduğu için, Türkiye'de aynı kalemde iş bulmam neredeyse imkansız. Özetle işsiz bir vaziyette Fransa'ya gelme maksadımın yanına bile yaklaşamadan yuvaya geri dönüş yaptım. Evet, Fifth Avenue Louis Vuitton'dan sonra şimdiki mesleğim Ankara'da ev adamlığı yapmak. Ta ki Nisan'da askere gidip gelene kadar... Ama şunu vurgulamalıyım ki feci hayal kırıklığına uğradım. Yıllardan beri planladığım bu proje ya da idealim diyelim sekteye uğradı.

Eğer yeni bir insanla tanışıyorsam kendimi tanıtmakta kullanacağım etiket artık eskisinden çok farklı ne de olsa bi bok olamayacağıma dair yoğun bir inanç kapladı içimi.

"Merhaba ismim Ralph, 24 yaşındayım ve ev adamıyım. Hobilerim arasında Alişan ve Çağla Şikel'in neşeyle sunduğu ve adeta bir kahkaha tufanı yarattığı "Herşey Dahil"i izlemek, aynı anda "Sabahların Sultanı" ile "Arım Balım Peteğim" arasında zapping yapmak var. Akabinde heyecanla "Deryalı Günler" eşliğinde el hünerlerimi geliştirmek. Bunlara ek olarak "Esra Erol'la İzdivaç" programından kendime eş seçmek. Ben de başvurdum, hala cevap bekliyorum. Kısmetse ben de aradığım kişiyi bulup evleneceğim. Ben okumayı da çok severim; özellikle Güzin Abla'nın köşesini büyük bir heyecanla takip ederim, Hafta Sonu mecmuasını ise asla elimden düşürmem. "Yemekteyiz" programı heyecan seviyemi yükselten bir diğer öğedir. Oradan öğrendiğim tariflerle Ayşe Tüter'e birgün meydan okuyabilecek hale geleceğim. Haaa Ayşe Tüter demişken Esra Ceyhan'ın programı da vazgeçemediklerim arasında. Sevdiğim sanatçılar arasında Ebru Yaşar, Alişan, Mehmet Ali Erbil, Hüsnü Şenlendirici, Hülya Avşar, Sibel Can ve bilimum ortam şarkıcıları var. Akşam olunca ise Popstar Alaturka'da heyecan seline kapılmak ve Binbir Gece'nin hiç bitmeyen heyecanına kendimi kaptırmak var. Evden çıkmıyorum mutasıp bir evadamıyım, en iyi arkadaşım yan komşumuz Şükufe Hanım. Haftada bir gün komşularımla konken oynuyorum."

Hayal kurmaktan, geleceğime dair plan yapmaktan vazgeçtim çünkü istediklerimin hiçbirini elde edemiyorum. Hayal kırıklığından nefret ettiğim için ve de acı verici olduğunu düşündüğüm için gri renkteki hayatımdan siyah-beyaz olanına terfi ettim. Son birkaç aydır gülmüyorum ve gözlerimdeki ışığı kaybettiğimi düşünüyorum. "Sağlık olsun" deme lüksüm yok çünkü yapım buna müsait değil. Hayatı ciddiye alan ve maddiyata önem veren biri olarak, kuyruğumu kıstırıp eve dönüp evadamı olma fikrine alışmakta zorlanıyorum. Herşeyden nefret ediyorum...

9 Ekim 2008 Perşembe

Qui m'aime?

Geçenlerde çok hoşuma giden bir film izledim, ismi ise "Paris Je t'aime". Fransa'yı daha da ziyade Paris'i: " a city for lovers of good dining, lovers of art and love"gibisinden tanımlamalarla anlatan kısa kısa hikayelerle bezeli bir film. Ancak daha çok aşk odaklı bir yapım. Filmi çok severek izledim hatta yetmedi bitince bir kere daha izledim. İzledikçe de düşündüm acaba sıra bana ne zaman gelecek diye. Bu zamana kadar Paris'te yeme içme kısmı, sanatı takdir etme kısmı, mimariye hayran kalma kısmı ve alışveriş kısmı fevkalade gitti. Fakat hala eksik olan bir şey var ki o da aşıklar şehrinin her zaman süprizlerle dolu olduğunun söylenmesi ve buna göre Paris'te her an herşeyin başımıza (olumlu manada aşk, çiçek, böcek) gelebilmesinin muhtemel olduğu. Peki nerede geçenlerde yaklaşık bir hafta Paris'te kaldım ancak tık yok. Hayır anlayamıyorum benim kabahatim mi acaba? Hayat akıp giderken, dünya dönerken ben mi çakılı kalıyorum olduğum yerde?

Az önce okul çıkışlarında "hapy hour (!) "larıyla meşhur olan bir yere gittim. Aslına bakarsanız orada benden başka herkes "happy" idi. Hatta o kadardı ki ortalıkta ayaküstü bir gang bang bile döndü. İnsanların ayakları aşk ile öyle bir yerden kesilmiş ki kızlar bacaklarıyla erkek arkadaşlarını kavramış, üstlerine tırmanmış deli gibi öpüşüyorlar. Birkaç çift aşkını bu şekilde bizlerle paylaşırken geride kalan bir çok sevgili ise biraz daha "softcore" olmayı tercih ederek Fransız öpücükleriyle akşam üstümüze renk kattılar. Mekan biraz ufak ve kalabalık olduğu için doğal olarak ayaktaydık. Ancak öyle bir hissiyata büründüm ki sanki ben bir asırlık çınar onlar da gölgemde öpüşüp koklaşan sevgililer. O kadar sap gibi hissettim ki dedim "ulan kaç zamandır buradasın hala adam gibi birisini bulamadın". Bundan evvel değişim programı çerçevesinde gelen birkaç öğrenciyle hafif yakınlaşmalar oldu ancak ben daha farklı birşey arıyorum. Fantazilerimde nedense Nicole adında beyaz tenli siyah, asimetrik küt saçlı bir kız var. Bir diğer fantezimde ise sapsarı ipek gibi saçları olan bir Charlotte'un hayali var. Nereye girsem, ne yapsam sanki öyle bir kişi varmışçasına sağa sola bakınıyorum. Hormonal seviyesi tavan yapmış averaj bir genç değilim fakat, ne hikmettir bilinmez sanki o olmayan kişilieri tanırmışçasına bir arayış içerisindeyim; belki buradadır diye. Nihayetinde de bulamayınca sonuç genelde hüsranla sonuçlanıyor.
Acaba diyorum fantazilerimizin, hayallerimizin kurbanı mı oluyoruz? Belki hayallerimiz bizlere yaşamak için güç veriyor, uğrunda bir takım şeyler için savaşmak adına fakat bunların gerçekleşmesi genelde güç olduğu için, hayata boyun eğerek elimizdekilerle yetinmeyi mi öğreniyoruz? Eminim her erkeğin hayalidir Adriana Lima'ya benzer bir kızla evlenmek; fakat bunu kaçımız gerçekleştirebilmiş ki? Sonunda dönüp baktığımızda gerçek yüzümüze bir tokat gibi vuruyor ve bir de bakmışız ki sabah yanında uyandığımız kadın saçı başı dağınık, bakımsız, rezalet ve çirkef 90 kilo kiloluk bir selülit abidesi. Hatta bir diğer senaryo ki en acı vericisi budur bence elimizdeki fırsatları sırf kendi arzularımızın peşinde koşmak adına görmezden gelişimiz. Kafamıza koyduğumuzun peşinden giderek ve çoğu zaman gerçekleşmeyecek bir rüyayı yaşayarak. Tüm bunlar olurken de belki de hayatımızın en mutlu anlarını yaşatacak, sevildiğimizi, saygı gördüğümüzü hissettirecek, dünyamızı tersine döndürecek insanları es geçmek. Kim bilir belki de bu sebeple kendimi bu kadar yalnız hissediyorumdur; Nicole'ün ve Charlotte'un hayallerine ve olmayan varlıklarına kendimi fazlasıyla kaptırarak, her an herşeyin olabileceği Paris'in tadını çıkaramıyorumdur. Ne de olsa kafaya koyduk bir kere...

Öyle bir şeye ihtiyacım var ki beni ve hayata karşı olan katı tutumumu tepetaklak aşağı indirsin, gözüm başka birşeyi görmesin. Bu zamana kadar sevgiye fırsat vermedim, uğruna tutkuyla kavga edecek, savaşacak bir şeyim veya bir kimsem olmadı. Şu an deli gibi arzuluyorum ve bunu yaşamak istiyorum. Belki kişisel gelişimim için istiyorum, belki gerçekten özlemini hissettiğim için istiyorum belki de değişiklik olsun diye istiyorum. Nedenini bilmiyorum ama sadece ayaklarımın yerden kesilmesini temenni ediyorum. Paris'in fantazilerimin üstesinden gelmesini ve beni şöyle güzelce bir silkelemesini diliyorum...

18 Eylül 2008 Perşembe

Başkalarının acılarından keyif almak...














"Küçük Kadınlar"ı biliyor musunuz diye bir soru soracak olsam eminim ki birçok insan: "Evet biliyorum Kanal D'de yayınlıyorlar çok güzel bir dizi, ailece beğenerek izliyoruz." gibi bir yaklaşımda bulunacak. Hayır hayır bunu duymak istemiyorum aslında. Kendisi aslında Louisa May Alcott'un 2 parça halinde yayınladığı bir romandır, ki mazisi oldukça eskiye dayanır; 1868-1869. Küçükken annem bana zorla okutturmuştu. Daha sonra ise sinemalara, tabii yıllar evvel, filmi gelmişti Winona Ryder, Kirsten Dunst, Claire Danes, Christian Bale, Trini Alvarado ve Susan Sarandon'ın başarılı oyunculuklarıyla.

Yaz boyu evde otururken ise dizisinin başladığını farkettim, en azından bölüm fragmanları bana onu söylüyordu. Akşamları dışarı çıkmaktan televizyonu takip edemediğim için izleyemedim. Dedim kendi kendime Fransa'ya dönünce yatarken, yemek yerken falan izlerim. Nitekim öyle de oldu zaten, ancak bir farkla; boş zaman aktivitesi olmaktan çıktı ve bir de baktım ki sabahları arka arkaya daha fazla bölüm izlemek adına erkenden kalkıyordum. Ruh hastası olmuştum kendimi bir türlü alamıyordum. Tanrıya şükür ki yeni bir dizi olduğu için 12-13 bölümden daha fazla değildi. Bu sebeple ekran başına kilitleneceğim süre kısıtlı oldu. Yine de ne olursa olsun yemeden, içmeden, heyecanla diziyi izliyordum, her ne kadar dizi kültürüm olmasa dahi.

Bundan ayrı olarak geçenlerde aslı Fransız sinemasına ait olan bir Türk film izledim. Mustafa Altıoklar'ın yönettiği son derece başarılı (en azından Emret Komutanım'a nispeten) bir film olan "Asansör". Filmi sıfırdan anlatacak değilim; ancak kapana kısılan kahramanımız gizli kamerayı farketmeden bir takım cümleler sarfediyordu. Diyordu ki "İzleyin bol bol izleyin hoşunuza gidiyor değil mi başkalarının dertleri, sorunları. Kendinizinkinden korktuğunuz için başkalarının hayatlarını televizyondan dikizliyorsunuz..." gibisinden bir takım şeyler. Bu cümleler aslında tam da benim "Küçük Kadınlar"a takıldığım zamanda bana dank etti.

Dizi tamamen dram ve acı çeken genç kızlar üzerine kurulu. Filmden yaptığım alıntıyla birleştirdikten sonra dedim ki kendi kendime; acaba kendi acılarımdan, kendi hayatımdaki yanlışlardan korktuğum için mi başkalarının acılarını (her ne kadar kurgu olsa da) izlemekten kopamıyorum? Kendimi izlemekten alamıyorum ve her seferinde şimdi ne olacak diye heyecanla bekliyorum, kafamda felaket senaryoları üretiyorum. Çünkü dizide gerçekten çok az iyi şey oluyor. Getirdiğim kanaat ise tam düşündüğüm gibi; beni boşver, bak insanların başına neler neler gelebiliyor iyi ki ben o durumda değilim. Bir nevi bana dokunmayan yılan bin yaşasın dercesine tamamen o kızlara odaklanıp, daha başka neler olacak acaba diyerek vakit geçiriyorum. Yalnız şu var ki benimkisi haline şükretmekten çok daha farklı. Bu daha çok başkalarının dertlerinden yola çıkarak kendini telkin etme vaziyetleri. Fakat şunu açıklığa kavuşturalım diziyi gerçek zannettiğimden değil bu, bilinçsiz bir izleyici değilim. Ziyadesiyle "Bu onlara oluyor bana değil, beni boşver acaba daha başka ne olacak?" merakı sadece. Belki de bir başka teori de şu olabilir; kendi sorunlarımla yüzleşmekten korktuğum için o kızların sorunlarını, nasıl boka sardıklarını görmek istiyorumdur. Laf oyunlarını bir yana bırakacak olursak acaba kendimden ve hayatımdan mı korkuyorum da onu görmezden gelerek diğerlerininkiyle ilgileniyorum diye düşündürüyor insanı...

P.S: Dizideki kaltak hala yüzünden tuvaletime yuva yapmış olan örümceğe Şevkiye ismini verdim. Her tuvalete girdiğimde "Şevkiyeeee kızııım nasılsın bugün?" gibi konuşuyorum kendisiyle. Sanırım çok etkilendim. Psikolojik sorunlarım olduğunu biliyorum ama nedense kendime hala bayılıyorum. Artık nasıl bir egoysa...



16 Eylül 2008 Salı

Felekten çalınan bir tatil

Efendim bir önceki yazımda, ki kendisini yazalı bir hayli zaman oldu, tatil süresince günlük neler yapıp ettiğimin ufak bir özetini anlatmıştım. O tarihten itibaren yaptığım çok çılgın ve aşırıya kaçan bir durum olmasa dahi yine de biraz daha devam etmek istiyorum. Tamamen tembellik ve baba parası yemeye yönelik bir tatil yaptım. Tabii tatil yaptım derken burada Haziran ayında başlayıp Eylül'e kadar süren istirahat vaktinden bahsetmiyorum.


O yazıdan sonra şehirden uzaklaşmak maksadıyla şöyle bir Bodrum'a gideyim dedim. Gerçi kişisel tercihlerim arasında genellikle Çeşme'yi Bodrum'un üzerinde tutmuşumdur her zaman. Nitekim Bodrum her ne kadar bir zamanların güzide beldesi, rahmetli Zeki Müren'in son günlerini geçirdiği müstesna yarımada ve Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in sürgün yeri olup ona muhteşem bir ilham verse de günümüzde oldukça leş bir vaziyette. Son derece ucuzlaştı ve ayağa düştü, üstelik nefret ettiğim yerlerden bir türlü kopamamak gibi bir huyum olduğu için kendimi son 6 senedir olduğu gibi yine kalabalık ve şımarık bir arkadaş grubuyla Bodrum'da buldum.

Konaklamak için geçtiğimiz yıllarda Türkbükü'nü tercih ederdik bu sefer rezervasyonda biraz geç kaldığımız için Gündoğan'ı kendimize üs olarak seçtik. Orada bir arkadaşımın yazlığına kapağı attım, Tanrım para vermeden konaklamaya bayılıyorum! Ola Mare (belki birleşik hatırlamıyorum) adlı sitede kaldım. Her ne kadar ismi Çeşme'deki Sole Mare adlı beach'i anımsatsa da beklentilerimin aksine oldukça başarılı bir yerdi. Son derece modern ve lüks villalardan oluşan bir site, hatta o kadar güzel evler vardı ki ağzımın suyu çenemden akacaktı. Çok güzel yeşillik bir alanın ilerisinde yer alan havuz, çevresinde armut koltuklar ve az ilerde deniz. Gerçi denizi pek tatmin etmedi beni, her neyse... Gündoğan'ın hoşuma giden yanı ise bulunduğu yerdi. Nihayetinde Hekimköy üzerinden Türkbükü yakın sayılırdı. Yalıkavak'da aynı şekilde. Gündüzleri Ole Mare'den denize girmek yerine geleneksel Türkbükü beach'lerine gitme seansı tekrarlandı. Bu sene Türkbükü bir hayli değişmiş özellikle köprünün "halk" tarafındaki iskelelerin yıkılmasıyla tuhaf bir görünüm almış. Gözüm bunca zamandır alışkın olmadığı için hafiften yadırgadım. "Öteki" yaka ise değişime karşı duramamış. Bundan birkaç sene evvel azıp eğlendiğimiz yerlerden biri olan Mio'nun yerinde yeller esiyordu. Fakat çok şükür ki her derde deva Maki Otel'in ve Maça Kızı'nın iskeleleri dimdik ayaktaydı, üstelik yeni açılan Lola'da bizlere uzaktan "gel gel" yapıyordu. Bunlara ilave olarak yılların değişmezi Bianca'da es geçilmemeli. Tabii eski adıyla Havana. Rutin olarak öğlen iki gibi kalkılır kahvaltı yemek artık ne varsa yenilir ve doğrudan soluklar bu beach'lerin birinde alınır. Tabii beach denilince akla "The Beach" filmindeki gibi turkuaz sular ve muazzam bir doğa gelmesin. Tahta iskeleler, şezlonglar, pek fena olmayan yemekler, bir sürü yat-tekne, ukala garsonlar, güzel fakat ruh hastalığı yaratacak derecede pahalı içecekler ve, ki bence en önemlisi, happy hour partileri. Akşam olduktan sonra şezlonglar katlanır desk ve localar ortaya çıkar. Kimi zaman perküsyon eşliğinde, kimi zaman ünlü bir şarkıcının vokaliyle bangır bangır müzikle azıp eğlenmek tepinmek en keyif aldığım aktivitelerden birisidir. Hele ki daha henüz gündüzken buz gibi rosé şarapla açılışı yapmak partilerde daha çok eğlenmeye sebebiyet veriyor. Yine de geçtiğimiz yıllara kıyasla eğlence de pek içler açıcı değil. Salaklaşmış Türkbükü... Çeşme'leşip sadece haftasonları keyif veriyor adama. Ne de olsa millet haftasonu kaçıp tatile gelebiliyor. Fakat kim ne derse desin Bianca'nın akşam üstü partileri bir harika (Cumartesileri). 18:00' de başlıyor ne yazık ki ve de ne aptalcadır ki 20:00'de bitiyor. Yine perküsyoncular, vokaller çıkıyor. Hatta bu sefer yabancı olduğunu düşündüğüm bir vokal Idacorr'un "Let me think about it" şarkısıyla beni benden aldı. Hakkaten ben de şöyle bir düşündüm kafamda o hoş bayanı "fantasize" ettim. Tamam belki çok güzel değil ama hoşuma gitti (resimdeki yüksekte duran siyahlı kız). Mekanın yaş ortalamasıysa diğer Türkbükü mekanlarına göre (Bianca Gölköy'de) daha yüksekti. Bunu olumlu manada söyledim. Fakat önceden de dediğim gibi 2 saat çok kısa bir zaman eğlenmek için nitekim Mykonos'tayken gece gündüz kavramı yoktu ki Cavo Paradiso'dayken güneş doğar havuzun çevresinde aza aza eğlenmeye devam ederdik.

Efendim bunlar gündüz attraksiyonları geceleri ise Türkbükü pek matah olmuyor, lakin elbette ki matah fakat şansa bağlı olarak. Mesela Ship A Hoy kimi geceler çok güzel olurken, kimi geceler berbat oluyor. Ben ki müzik manyağı bir insan olarak çoğu zaman anlam veremiyorum DJ'e. Diyorum ne yapıyor bu? Yakışmadı... Onun hemen yanındaki Mavi'de ise çok güzel canlı müzik yapıyorlar latin-jazz diyelim ortada buluşalım. Sakin bir gece geçirmek (sakinden kastım azıp bitkin düşmeden) için çok ideal bir yer aynı şekilde Yalıkavak Marina'da öyle. Orada da Buena Vista Social Club ezgileriyle müzik orgazmına doyuyorduk. Kimi geceler ise yine Bianca'da eventler düzenleniyor bu sene katıldıklarımdan birisi Serdar Ortaç konseriydi. O zibidiye çok gülünç bir para ödediğim için kendimden bu sefer nefret ediyorum. Evet bu sefer istediğiniz eleştiriyi yapın, küfredin. O gece şunu fark ettim ki adamın şarkıları hep aynı; yani çalan her farklı şarkıyı aynı şarkı sanıyordum. Bana kalsa o akşam sadece "Şeytan diyoooor ki..." den ibaretti. Iyk... Bir diğer favori gece mekanımız da Fink'di gerçi bunun için görmemiş insanlar olarak arazi araçlarımıza atlayıp Bodrum'un yolunu tutuyorduk ve de oldukça uzun bir süre yol katediyorduk. Zaten 1,5 şeritlik Bodrum yollarında o kazuletle 1,25'lik alan kaplayarak ilerlemek ve karşıdan gelen araçların altımıza girmemek adına kaçmalarını izlemek ayrı bir zevk ve korku vesilesi. İkisini birden yaşamaya bayılıyorum. Bodrum'a biraz erken saatte gidip yemeklerimizi yedikten sonra geçmiş senelerde yapmadığımız bir aktivite olan 3 YTL'ye (ya da 3,5 YTL) tekila içme seanslarını başlattık en aşşağı 6 shot içerek (ki iğrenirim tekiladan) kendimize geliveririz şöyle bir ki daha sonra ki adres olan Fink güzel geçsin. Sonra da Körfez ve Adamik adlı bunca yıl bana satanistlerin uğrak yeri olduğunu düşündürten yerlere gider bir kaç bira içeriz (ki ben asla bira içmezdim o da oldu). Ama çok sevdiğimi itiraf etmeliyim... Artık vakti gelince Fink'e gidilir, yüzsüz ve yılışık garsonlar sağolsun yerimiz hazırdır. Bu sefer Fink'i geçtiğimiz yıllara göre daha çok sevdim çünkü hem müzik anlayışları bence daha güzel olmuş hem de locaları daha bir izole yapmışlar. Gerçi belki eskiden de öyleydi ama yanılıyor olabilirim. Artık daha yüksek ve demir korkuluklarla çevrili, çok hafif balkonumsu. Hiç alt tarafla alakan ilgin yok yukarda tamamen kendi eğlencende, keyfindesin. Orda da baya bir eğlenip, azıp, yiyip, içip sıçtıktan sonra, hesap bir tarafımıza kaçtıktan sonra, eğer hala açıksa Körfez'e bir daha gidilir ve son biralar içilir. Tabii bunlar gece 3:30'dan sonra olmak suretiyle gerçekleşmeli. Aksi halde kafalar henüz iyi olmadıysa house müzikten sonra rock bir fena kaçıyor. Deniz-güneş-sahil tatili bu şekilde yeme-içme-sıçma üçgeninde gerçekleşti. Çok güzeldi, çok eğlendim, her kuruşuna da değdi. Fakat tek kötü yanı babam kredi kartımı kapattırdı. Ancak dediğim gibi her anı çok güzeldi uzun bir aradan sonra dostlarımla felekten bir "tatil" çaldım. Maalesef şimdi ise grip olmuş bir vaziyette Fransa'da boktan bir hava eşliğinde bu yazıyı yazıyorum. Hala burnumda tütüyor ne yalan söyleyeyim...

3 Temmuz 2008 Perşembe

Ralph'in 3 Ayı

Aslında yazacak birçok şey olmasına rağmen tembellikten sıyrılıp da bir türlü oturup da yazı yazamıyorum. Gerçi bir de dolu dolu geçen zamandan fırsat bulamıyorum. Dolu dolu dediysek çok elle tutulur gözle görülür birşey yaptığımdan değil. Sadece deli gibi gezip tozmaktan, yiyip içip sıçmaktan, Playstation ve pokerden vakit bulamıyorum. Ne kadar yoğunum öyle değil mi?



Aslında keyifli gibi görünse de nedense hiçbir şeyden tatmin olamıyorum, keyif alamıyorum Türkiye'ye geldiğimden beri. Öğlen 14:00 - 15:00 sularında uyanıp televizyonda ne kadar izdivaç programı varsa acıyan gözlerle izliyorum. İğrenç kabul ediyorum fakat saçma sapan insanların evlenmek için ekrana çıkmaları halime şükrettirdiği için bundan büyük haz alıyorum. Neyse efendim akşama kadar abuk subuk oyalanıp arkadaşlarımın işten çıkmalarını bekliyorum. Malumunuz hala öğrenci statüsünde olduğum için iş gücüne henüz dahil olmadım. Bu sebeple "ev kızı" mesleğinin(!) erkek versiyonunu yaşamaktayım. Neyse işten gelirler dışarı çıkarız, bir süredir uzak kaldığım için Türkiye'den, nerede ne var teker teker gezerek keşfederiz. Özellikle 30 yaş üstü güzel ve kaliteli insanların gittiği barları tercih etmekteyiz. Şayet buralar daha nezih olmakla beraber, ortamın seviyesi de hayli yüksek. Bu kesinlikle bir artıdır. Akşam üstü içkileri içilir, sohbetler edilir. Fakat ne yazık ki ben uzak olduğum için, onlar çalıştığı için artık pek ortak paydada buluşamıyoryuz. Sadece günü kurtarmaya yönelik disposable insanlar olarak görüyorum onları. İşin acı kısmı ise bunlar benim Fransa'ya gitmeden evvel ki en yakın dostlarımdı, hatta dosttan da öte kardeşlerim olarak düşünürdüm. 1 sene içerisinde ilişkilerimize ne kadar farklı bakmaya başlamışım meğer. Sakın bana: "Demek gerçek dostluk değilmiş bu seninki..." gibisinden bilip bilmeden atılıp tutulan yaklaşımlarda bulunmayın. Neyse aperatiflerden sonra yemeğe oturulur iyi kötü konuşuruz, sohbet ederiz. Sonrasında ise ben aralarından ayrılırım. Çünkü biliyorum ki akşamın sonlarına doğru birileri çıkıp: "Yarın 07:00'de kalkmamız gerekiyor, iş var" diyecek. Sevmiyorum kardeşim başkalarının benden önce davranmasını. Onun yerine ben demeliyim kalkmamız gerektiğini. Bilmiyorum, nedense başkalarının bunu söylemesi kendimi salak hissettiriyor. Hayır kompleksli değilim, kontrol manyağıyım sadece.


Efendime söyleyeyim ekmek kavgasındaki gençleri evlerine postaladıktan sonra benim için ikinci round başlar. Bu sefer bir baltaya sap olamayacak gençlerle buluşurum. Akşam için yapılacak üç alternatif plan vardır. Birincisi gece olunca kendini bir kulübe atmak, ikincisi Playstation 3'te turnuva yapmak ve sonuncusu ise poker oynamak. Tabii ki de ortada bahis dönmeli yoksa fındık fıstıkla oynayınca işin keyfi çıkmıyor. Kumara neden batak dediklerini şimdi daha iyi anlıyorum, çünkü oynadıkça insanlar daha da hırslanıyor ve de meblağ giderek artıyor. Başlarda çift basamaklı sayılarla oynanırken artık üç basamaklı sayılar dönmeye başladı. Sonumuz umarım hayırlı olur, gerçi kumarın nesi hayırlıysa artık... Hani vardır ya insanların hayatı boyunca kaçınması gereken ve de ağızlara sakız olmuş bir takım öğeler: kadın, içki, sigara, kumar vs... gibi. Bunların yüzde 90'ı hayatımın içersine geri dönmüş vaziyette. Şükür ki kadınlardan uzak durmayı başarabiliyorum. Ne yalan söyleyeyim kadınların, içkiden ve kumardan daha tehlikeli olduğuna inanıyorum. Her neyse sabaha karşı beş altı sularında eve dönüp günlük uyku ihtiyacımı gidermek suretiyle başımı yastığa koyarak derin bir uykuya dalıyorum. Ertesi gün ise yine aynı rutin...

Tüm bunların yanında en güzeli de ne biliyor musunuz? Elimi attığı her işte ve de sorumluluklarımın olduğu her konuda gayette başarılıyım. Tamam belki leş bir hayatım var fakat bir öğrenci olarak mesuliyetimi ziyadesiyle güzel bir şekilde yerine getiriyorum. Geçen de notlarım açıklandı ve her bir dersi gayet iyi bir notla geçmişim. Doğrusu ben bile beklemiyordum bu kadar iyi notlar alacağımı. Sonuç olarak tatildeyim, dinlenmeyi kafamı dağıtmayı, hayatın tadını çıkarmayı hakediyorum. Öte yandan dürüst olmak gerekirse Fransa'yı özledim. Bir an evvel de dönmek istiyorum. Tabii evvelinde Çeşme'de güzel bir tatil yapıp zevk-i sefa içerisinde bir kez daha yaşadığımı hissettmek istiyorum. Sonra ne olur göreceğiz...

1 Haziran 2008 Pazar

Adak

GİRİŞ: Bu blog hayatımdan gelip geçen bütün insanlara adanmıştır. Hayatın ve hayatın bizden beklentilerinin sonucu bitmesi gereken tüm dostluklara. Yolunuz açık olsun...

Babalar evlatlarını çok sevse de göstermezlermiş sevgilerini. Evlatlar ise hep derlermiş kendi kendilerine babam beni hiç sevmiyor diye. Aslında ortada büyük bir yanılgı var, bir yanlış var... Her ne kadar bir baba olmasam da sevdiğim insanlara karşı yaklaşımım hayatım boyunca bir babanın sevgisini andırıyor. Uzaktan fakat içten içe sevip bunu dışarıya belli etmeden...

Bu sabah benim için son derece önemli iki insan ülkelerine geri döndü. Kendilerini tanıma şerefine Ocak ayında nail oldum ve inanın bana bundan çok keyif aldım. Hatta o kadar keyif aldım ki varlıklarından, dostluklarından, başka hiç kimseyle arkadaşlık etme ihtiyacı bile duymadan son derece güzel bir dönem geçirdim. Birçok gerekli gereksiz şeyi paylaştık fakat şu bir gerçek ki aslında daha yeni başlamıştık ve daha yapılacak, konuşulacak çok şey vardı. Ülkemi bırakıp Fransa'ya geldiğim zaman bana eskiyi, ülkemi, ailemi, arkadaşlarımı, hayatımı hatırlatan iki nadide insandı onlar. Şimdi artık evlerine döndüler ve de gerçekçi bir insan olduğum için biliyorum ki onları hayatımın geri kalan günlerinde toplasan bir ya da iki kere göreceğim, belk, de hiç. En azından kendimi ve de tecrübelerimi bildiğim için bunu bu kadar kolay söyleyebiliyorum. Doğruyu söylemek gerekirse onları özleyeceğim hem de çok. Hatta şimdiden bile kendimi ıssız bir adaya düşmüş gibi hissediyorum. Koyu ve karanlık bir Lille sabahına uyandım ve de sokaktaki herkes bana o kadar yabancı geldi ki, sığınacak bir liman aradım. Fakat şunu fark ettim ki her güzel şey gibi bu da sona ermişti ve o kişiler sevdiklerinin yanlarına döndü. Ben ise kalakalmıştım. İşte o zaman dedim ki insan elindekinin değerini kaybettiği zaman anlarmış...

Başlarken demiştim babalar eksik gösterir sevgilerini aslında çocuklarını çok sevse de. Her ne kadar prensipte bu böyle olsa da insan sonradan idrak ediyor aslında birlikteliğin ne kadar güzel olduğunu ve her anın ne kadar kıymetli olduğunu. Hayatım boyunca hiç kimseye, ailem de dahil, seni seviyorum demedim. Hiç kimseye en yakınlarıma dahi sevgimi mevcut olsa bile göstermedim. Bunun ne kadar yanlış olduğunu bugün bir kez daha anlamış durumdayım. Yeri geldi o insanlara haksızlık ettim, yeri geldi zalimce davrandım ancak kıymetlerini gidince anladım. Ne kadar yanlış, ne kadar kötü. Aslında bu bende kalıplaşmış birşey sadece onlara yönelik değil herkese karşı bu böyle. Hiç kimseye hak ettiği değeri vermiyorum ve onlara aksini düşünsem de kötü davranıyorum. Meğerse insanlara söylemek isteyip de söyleyemediğim ne kadar çok şey varmış. Herkese, sırf dostlarıma değil, aileme bile... Gerçeklerin insanın yüzüne tokat gibi vurması çok acı birşey. Düşününce o insanların sohbetinin, eğlencesinin, varlığının bir daha geri gelmeyeceğini insan bir kötü oluyor. Özlem duyulacak çok şey ortaya çıkıyor; pazar kahveleri, rastgele şehir turları, dedikodular ve daha birçok şey. Hatta o iğrenç kediyi ve sevmediğim bir bara gitmeyi bile özleyeceğim.

Eğer sizleri isteyerek veya istemeden kırdıysam özür dilerim. Bundan sonraki hayatlarınızda sizlere başarılar dilerim. Umarım hayatta herşey dilediğiniz gibi olur sizleri, herkesi tanımak çok güzeldi. Hayat o kadar ilginç tesadüflerle doludur ki karşıma sizleri çıkardı. Kimbilir daha neler olacak, kimler gelecek ve geçecek. Ben her zaman aynı yerde olacağım ve birçok insanı kendi hayatımda iyi kötü ağırlamaya devam edeceğim. Sizlerin ayrılma vakti geldi ve kendi gerçeğinize dönüyorsunuz. Ben ise yoluma devam etmeliyim...

Kendimi çok zayıf ve güçsüz hissediyorum... Bu zamana kadar yaşadığım birçok olumlu, olumsuz olaydan ötürü duygularımı öldürmeye karar verdim. Küçükken bireysel olarak veya aile olarak başımıza gelen birçok olaydan fazlasıyla etkilendim. Çok ağlak bir çocuktum, hemen üzülür ağlardım; fakat şunu fark ettim hayat hiç kimseye adil davranmıyor ve nihayetinde olan bana oluyor. Duygularımı öldürmeye karar verdim, insanlığımın yarısını bırakmaya karar verdim böylece hayatı daha rahat göğüsleyebilecektim. Olumludan olumsuz bir birey yarattım, sevgimi nefrete çevirdim. Hele nefret en sevdiğim his oluverdi. Nefret ile ayakta kaldım, nefret ile kendimi ayakta tuttum. O beni değil ben onu kontrol etmeliydim. Bana ne çarparsa geri tepmeliydi. Yıpranmamalıydım, üzülmemeliydim. Ancak görünen o ki bunu tam anlamıyla başaramamışım.

Bu ufak veda bile aslında beni ne kadar etkilemiş. Bu zamana kadar öldürme işini çok iyi başarmışım fakat tam anlamıyla halledememişim. Bu sebep itibariyle bu dostlarıma ayrı teşekkür ederim zayıf bir noktamı ortaya çıkardıkları için. Kendimi bilmeme yardımcı oldukları için. Hayata karşı gaddar tutumuma devam edebilmem için "özlem" adı verilen duygularımdan da kurtulabilmeliydim. Hiç kimseye ihtiyacım olmadan, kimseyi özlemeden hayatıma devam edip ideallerimin peşinde koşabilmeliyim. Duygusal olmak zayıflıktır, açık hedeftir. Bunlardan kurtulmalıyım ki hiçbir şey bana zarar veremesin, hatta aksine ben zarar verebileyim.

Her ne olursa olsun sizleri sevdim, hayatımda güzel bir döneme imza attınız. Sizlerin de dediği gibi "bir dönemdi" kapandı gitti bitti. Şimdi artık ileriye bakmak gerek, tanıştığımıza çok memnun oldum. Hayatta herşeyin dilediğiniz gibi olması dileğiyle, sizlere mutluluklar dilerim...

Bitirirken girişte de dediğim gibi hayatımdan yüzlerce hatta belki de binlerce insan geçti. Her ne kadar klişe olsa da ifade ettiklerinden ötürü bu şarkı hepinize gelsin, her biriniz ayrı bir özeldiniz...

30 Mayıs 2008 Cuma

Wannabe'ler: Komik ama Acıklı

İngilizce'de kullanmaktan çok haz aldığım kelimelerden bir tanesi "wannabe"dir. İlla ki Türkçe olsun diyorsanız buna "özenti" diyebiliriz. Buradan da anlaşılacağı gibi bu blog'un konusu wannabe'lik olacak. Her ne kadar ajandamda yazmak isteyip de yazamadığım (vakit, tembellik, vazife) birçok konu olsa da bu akşam dikkatimi çeken iki husus wannabe'ler üzerine yazmayı tetikledi beni.



Efendim ilk husus bugün gitmiş olduğum bir sinema filminden kaynaklanıyor; Sex and the City... Kendisi gerçekten hayranı olduğum bir televizyon dizisidir. Hatta o kadar çok severim ki bir kez izlemeye doyamayıp, seri bittikçe tekrar tekrar rutin bir şekilde izlerim. Bugün de hiç planlamadığım bir anda filmine giderek akşamıma neşe katmıştır kendileri. Güzeldi fakat dizisinden sonra film fikri beni biraz korkuttu. Nitekim bakınız Asmalı Konak hadisesi. Her ne kadar diziyi bilmesem de filminin, dizi seyircisi tarafından iğrenç bulunduğu kulağıma geldi. Neyse konu bu değil. Mevzuya geri dönecek olursak bahse girerim bu film çevremizdeki wannabe insan topluluklarını tetikleyecek nitelikte. Sex and the City zaten dizi olarak izleyicisine bambaşka bir dünya ve de bambaşka hayatlar sunan bir diziydi. Hali vakti yerinde kadınlar, dünyanın başkenti denilebilecek bir şehir olan New York'ta, para pul kaygısı olmadan, en güzel kıyafetleri giyerek, en şahane restaurantlara barlara giderek hayatlarını yaşıyorlar. Bu sırada da gerçek aşkı arıyorlar. Dizide sunulanlar o kadar güzel ki her birey ister istemez o dünyanın bir parçası olmayı arzuluyor. Üstelik bu dizi o kadar popüler olmuştur ki ülkemizde "Metropol Işıkları" (yanlış olabilir adı) ve de "Omuz Omuza" gibisinden diziler olarak veya epilasyon makinası reklamlarında benzer konseptte karşımıza çıkmıştır.

Dizi sona erdi, şimdi filmiyle karşı karşıyayız. Yakın zamanda insanların hayatlarında ve tarzlarında ciddi değişikliklere tanık olacağız bu da tamamen wannabe'likten kaynaklanacak. Manhattan'lı dört kadının hayat tarzlarına o kadar imrenecekler ki onlarınkiyle aynı kıyafetler giyilmeye çalışılacak (satın alma gücü buna bir nebze mani olacak), aynı tarz konuşmalar olacak, aynı tip restaurantlara gidilecek, aynı içkiler içilecek (Cosmopolitan). Özellikle bu etki daha çok genç kızlarımızda görülecek. 15 yaşındaki küçük ablalar 35 yaşında görünecekler (evet kabul ediyorum bir erkek olarak bazı fantezilerimi süslüyor). Aşırı makyaj yaparak aramızda geyşa gibi gezincekler, oysa bilmezler ki hafif makyajın ne kadar başarılı olduğunu. Nitekim dün Lafayet'te Jelatin'e mezuniyet kıyafeti bakarken bu konuda ısrarlı ve şiddetli bir konuşma yapmışlığım da vardır.

Efendim gelelim ikinci hususa. Sinemaya beraber gittiğim arkadaşlarımdan Fransız olanının giydiği t-shirt'e kafam fena takılmış durumda. Çocuk üzerinde devasa "Guess by Marciano" yazan bir t-shirt giymişti. Marciano Guess'in tasarımını yapan modacının adı aslında, fakat giydiği kıyafet bana bunu neden anlatmak zorunda? Eyvallah yeni sezon ürünü Marciano ürünleri yeni sayılır Guess kolleksiyonunda) fakat giyim-kuşamda en karşı olduğum şeylerden bir tanesi üzerinde hangi markaya ait olduğunu belli eden ibareler. Resmen karşıdaki insanın gözüne gözüne sokmak için, aklınca hava atmak için ve de markanın reklamını yapmak için tasarlanmış kıyafetlerdir. İnanın o hatayı liseye yeni başladığımda tasarımcı kıyafetleriyle yeni yeni tanışmaya başladığımda Donna Karan'dan aldığım iki t-shirt ile ilk ve son kez yapmışımdır. Ondan sonraki seçimler bağırmayan, sadece çizgisiyle ve kalitesiyle kendini gösteren tasarımlar olmuştur. Üstüne üstlük bırakın markanın adının yazmasını, birçok zaman kendim bile dile getirmem tasarımcı markası olduğunu. Bu nedenle siz siz olun üzerinde adı yazan hiçbir kıyafeti almayın. Eğer alışveriş bilginiz biraz olsun varsa şunu da bilirsiniz ki bu tarz; DKNY, Guess, Armani yazan kıyafetler genelde markaların alt segmentlerine ait olup asıl kollesiyondan çok daha ucuza satılmaktadır. Sırf marka giymiş olmaktansa hiç giymeyin daha iyi. İşte bu wannabe'likten öteye asla gitmez, gidemez. Hele bu akşam çocuğun giydiği ceket (blazer olamayacak kadar şık ve ciddi bir kesim) ve de altındaki Puma spor ayakkabıların çizdiği resim tamamen altı kaval üstü şişhane durumuna zemin hazırlıyordu. İçine giydiği t-shirt ile sigortalarım attı. Tanrım bilinçsizlik ve zevksizlik korkunç bir şey.


Sex and the City ile yakında çevremizde bunun gibi "marka giymiş olmak için giymek" durumlarıyla sıklıkla karşılaşacağız. İşin acı kısmı ise birçok kişi bırakın bağıran t-shirtler giymeyi, fasonlarla çevremizi saracaklar. Ne yazık ki ülkemizde bu çok yaygın olduğu için içim ayrı bir sızlamakta. Hem tasarımcıya, hem de orjinal ürün alıcısına ayrı bir haksızlık ediliyor. Haa aranızdan muhakak birileri çıkıp diyecek: "Salak mıyım ben de ona o kadar para vereceğim?" diye. Verirsiniz veya veremezsiniz fakat şunu bilin ki aynı şekilde tatmin olmazsınız, aynı kaliteyi bulamazsınız ve de adınız sahteciye çıkar. Unutmamak gerek ki moda ve markalar kişinin kendisinin ve de zevklerinin bir ifadesidir, bir nevi kimliktir. Doğruyu söylemek gerekirse sahteciler yüzünden hakiki alıcıya da potansiyel sahteci gözüyle bakılıyor. Eğer sizin için Louis Vuitton'un kendisi değil de taklidinin aynı hizmeti sunması önemliyse, kimse kusura bakmasın ama Migros poşeti de aynı vazifeyi görebilir. Orjinali ile sahtesi hiçbir şekilde aynı değildir. Her neyse eğer bayansanız Cosmopolitan, Vogue, Elle, şayet erkek iseniz GQ, Vogue Homme gibi dergilere başvurun. Böylece moda kurbanı olmazsınız ve de neyin ne olduğu ile ilgili bir fikir sahibi olursunuz. Wannabe olmayın, ne istediğinizi bilin. Böylece özgün zevkinizle kendinize laf getirtip komik duruma düşmezsiniz, fakat tarzınızı yaratırsınız.
P.S: Resimdeki Guess t-shit'ü nispeten iyi olup sırf resim olsun maksadıyla konulmuştur. Ayrıca bu yazı yazılırıken dostlarım tenzih edilmiştir.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Hayat Müşterektir (!)

Geçende gördüğüm ufak bir manzarayı paylaşmak istiyorum. Her ne kadar uzun uzun döşediğim yazılarım olsa da bu seferkini kısa tutacağım. Gördüğüm enstantane bir kez daha bekar hayatın neden güzel olduğunu anlamama yardımcı oldu.

Sokakta biraz fazla hızlı yürüdüğüm için bir sürü insanı geçerim. Şans budur ki önümde dört kişi vardı ve onları da geçmem gerekiyordu. Şöyle bir bakış attım ve de boşlukları kestirip kendi çapımda yayan makasa girecektim ki o dört kişiyi de şöyle bir süzüverdim. Bu kişiler çiftler, ancak bu çiftler birbirlerinden bağımsız olarak sokakta yürüyorlar, yani belli ki birbirlerini tanımıyorlar. Çift no.1 genç bir anne ve de genç bir babadan oluşuyor. Yolda yürürlerken aynı zamanda bebek arabasındaki çocuklarını gezdiriyorlar. Çift no.2 yaşlı bir amca ve de yaşlı bir teyze hava almaya çıkmışlar. Teyze çok yaşlı olduğu için tekerlekli sandalyede, amca ise onu dolaştırıyor. Evet çıkarılacak derse gelecek olursak; yaşınız kaç olursa olsun ilişkilere başlayınca bir takım sorumluluklar da başlıyor ve başkaları sizlere ayakbağı oluyor. Çift no.1'de baba, bebek arabasını itiyor ve çift no.2'de amca, teyzeyi tekerlekli sandalyede itiyor. Zaman geçse dahi birlikteliklerde erkekler her zaman birilerini itiyor, çekiyor, taşıyor, başkalarının sorumluluğunu alıyor. Başkalarından ötürü ne yazık ki kendinize zaman kalamayabiliyor ve hayatın sefasını özgürce süremiyorsunuz.

Sanırım kimsenin bana ayakbağı olmasını istemediğim için daha çok uzun bir süre bekar kalmayı tercih edeceğim. Tabii belli bir zamandan sonra çocuk yapıp onları iğrenç emellerime ulaşabilmem için kendime yardımcı tayin edeceğim, küçük kurmaylarım olacaklar. Yoksa evlilik, düğün, dernek falan hak getire. Hiç elalemin kızını mutlu etmek için kasamam kendimi. Efendim duyamıyorum daha yüksek sesle alayım, şimdi hep beraber: "Allah belanı versin Ralph!".

6 Mayıs 2008 Salı

Lanet Bir Bahar Fantezisi

Bahar aylarını sevmekle beraber aynı zamanda hep bir nefret etmişliğim vardır. Tamam herşey iyi güzel doğa uyanıyor, havalar ısınıyor; öte yandan insanın içinde bir takım kıpırdanmalar oluyor, kanı kaynıyor. Lanet olsun ki tıpkı Sezen Aksu'nun da dediği gibi ne hikmetse "Ben her bahar aşık olurum", düzeltiyorum aşık olmaya meğilli olurum, ne de olsa o kadar yoğun duygular yaşamam kolay kolay. Artık feromon algılarım mı değişiyor, yoksa sağda solda sevişen tiplerden mi etkileniyorum bilinmez ama feci derecede değişime uğruyorum. Biliyorum ki bu ben değilim... İlişkilerime (başarısız) şöyle bir bakınca farkettim ki genelde baharla beraber başlar ve de baharın bitişiyle, hatta daha da evvel, sona erer. Beceremiyorum, yapamıyorum, ama kabahat benim. Dediğim gibi baharla ben de uyanırım ama sonunda hep kıçımın üstüne otururum. Bu durumu görsel olarak anlatabilmem adına Bridget Jones: The Edge of Reason'ın başlangıç sahnesi sanırım yeterli olacaktır. Herşey Julie Andrews'un "The Hills are Alive with the Sound of Music" diye çemkirip bayırda çimende koşturmasıyla başlar. Bridget Jones'da bu durumdan etkilenir ve Mark Darcy'sine benzer bir şekilde koşar. Ben de aslında farkında olmadan aynı fanteziyi kurarım kafamda, yarim karşıdan koşacak ben de ona koşacağım ve de öyle sarılıp, eksenimiz etrafında döneceğiz. Anlatırken bile utandım çünkü hiç öyle bir insan değilimdir, romantizm bilmem, üstüne bencil ve de sevgisizimdir. Anlamıyorum nasıl öyle bir hayal kurarım? Herşeyden evvel tarzım değil...

Bahar vakti iyi, kötü, kör topal birşeyler yaşarım. Yaşamam gerektiği için, ama daha sonra içime kaçıp da bana çılgın fanteziler kurduran varlık bir anda kaybolur ve de korkunç bir gerçekliğin içinde bulurum kendimi. Sorarım; Tanrım ben ne yaptım, burada, bununla ne işim var diye. İşte o zaman Edge of Reason'daki skydiving sahnesi gerçek olur, uçaktan atlarsın ve kendini bir anda domuz çukurunun içine boka çakılmış bulursun. Berbat birşey...

Kafam bu aralar çok karışık o yüzden , yine bahar ayları ve de yine içten gelen dürtüklemeler. Beğeni bariyerlerim tamamen gardını bırakmış durumda ve de her an herşeyin olabileceğinden korkuyorum. Kafamda kendi çapımda fevkalade güzellikte adaylar bile belirledim, fakat şükür ki Meksika uyruklu bu kızlar (bir tane değiller, çok bıçkınım da) evlerine dönecekler. Ancak yazarken farkettim ki hani burada kalsalar sanki iliklerini kurutacağım sevişmekten. Yok öyle değil tabii ki ama gereksiz girişimler yapmamak lazım. Ne de olsa aşk arayan bir adam değilim. Ben sadece kendimi severim...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Bienvenue sur le pavillon de Ralphius

Daha önce de dediğim gibi sık sık git geller yaşayan bir insanım, bu yüzden blog'umu tekrar Türkçe yamaya karar verdim. İngilizce yazmamın tek nedeni daha fazla insan tarafından okunmaktı ki bu fikrin prensibime aykırı olduğuna kanaat getirdim. Bu yola ilk çıktığım zaman okunma kaygısı duymadan sadece aklımdan geçenleri, hissettiklerimi yazacaktım. Malesef bu kararımı çiğnemiş oldum. Hem de şu unutlmamalıdır ki kişi kendisini en iyi ana diliyle ifade eder.



Kafam karışık bu aralar, kendimi boşlukta hissediyorum. Pesimist ve de gerçekçi bir yönüm olduğu için her zamanki gibi düşüncelere daldım, hayatımı sorguladım, bulunduğum nokta üzerine kafa patlattım ve dürüst olmak gerekirse ortaya çıkan tablo beni pek mutlu etmedi. Ailemi, arkadaşlarımı, herşeyimi kısacası hayatımı geride bırakarak bir yola baş koydum ve Fransa'ya geldim. Karar vermiştim ki geçmişe sünger çekip, yeni bir hayata başlayacaktım yurtdışında. Nitekim gerçekten de öyle oldu, bağlarımı mümkün mertebe kopardım. Hatta öyle ki ailemle, bana en yakın olan insanlarla, iki haftada bir telefonla yaklaşık 5 dakika konuşuyordum. En yakın arkadaşlarımı ise aramak bir yana Facebook'tan, msn'den mesaj bile atmıyordum.


Fransa'ya geldiğimden beri yeni insanlarla tanıştım, farklı farklı milletlerden gelen bir sürü arkadaşım oldu. Sevdiklerim oldu, kafasını omurgasıyla beraber yerinden sökmek istediklerim oldu. Türk arkadaşlarım da oldu epeyce. Yedik, içtik, gezdik, tozduk, sohbet ettik. Şimdi dönem sonu geldi ve herkes geldiği yere geri dönüyor, ben ise bir müddet daha burada kalacağım, hatta seneye de burada olacağım Aralık'a kadar. Sonrası ise meçhul artık nereye gideceğimi ben bile bilmiyorum; belki ABD, belki İngiltere, belki Fransa tekrar, belki de Türkiye'ye daimi dönüş. Burada tanıştığım insanlardan mezun olanlar iş hayatına atılıyor, exchange için gelenler evlerine normal hayatlarına geri dönüyorlar. Buraya kadarmış, sizlerle tanışmak güzeldi diyerek vedalaşılıyor. Üstüne bir de sanki çok olacakmış gibi: "İlerde mutlaka görüşeceğiz" gibisinden yalan vaatlerde bulunuluyor. Kısacası hikaye sona eriyor. Öte yandan Facebook'ta insanların hayatlarını röntgenlerken gelen notification'larda arkadaşlarımın, geride bıraktığım insanların resimlerini görüyorum. Herkes bıraktığım gibi birlikteler, geziyorlar, eğleniyorlar, kimisi okumaya devam ediyor, kimisi de çalışmaya başlamış iş güç sahibi olmuş. Hatta aralarında nişanlananlar ve evlenenler bile var...


Tekrar bana geri dönecek olursak duruyorum ve düşünüyorum. Tamam herkes evine dönüyor, Türkiye'dekilerin kendi uğraşları var, peki benim neyim var? Cevabı ne yazık ki hiçbirşey, çünkü kendime ait bir hayatım yok. Şimdi okul da kapandı ve bunu bütün şiddetiyle yaşıyorum. Burada edindiğim arkadaşlıklar ne gerçek arkadaşlıklar, ne de yaptıklarım ettiklerim gerçek hayatın ta kendisi. Tamamen boşluktayım, hayatımı da beraber bu boşluğun içine sürüklüyorum. İşte bu noktada hayatımı bir pavyona benzettim ve içindeki tek konsomatris de benim. Burası öyle bir yer ki insanlar uğrar, gelir, geçer, eğlendirirsin, güldürürsün, keyiflendirirsin. Saatler geç olduğunda ise evlerine dönerler, onlara yaşattığım mutluluklarla. Ben ise gidecek yerim olmadığı için yapacak işim olmadığı için bir sonraki gelecekleri beklemeye koyulurum ve bu rutin tekrarlanır. O kadar berbat durumdayım ki, kendime ait hiçbir şey olmadığı seks hayatım da kalmadı. Üstelik ister istemez başkalarınınkine dahil oluyorum. Hayır gang bang'den bahsetmiyorum. Yan tarfta yaşayan ben 4 yaş küçük pisliğin sabah, öğlen, öğleden sonra, akşam ve gece yaptığı seksi duymaya maruz kalıyorum. Sersem kız arkadaşını odaya kilitledi herhalde.



Bu akşam kalabalık bir jübile olacak. Misafirleri asıl hayatlarına uğurlarken ben burada kalıp yeni gelecek olanları beklemeye koyulacağım, onlar geldiğinde göreve yeniden başlıyor olacak. Fakat ne yazık ki yaşadıklarımın, tanıştıklarımın hiçbiri kalıcı değil, gerçek bile değil...

22 Nisan 2008 Salı

Milano: The City of Disappointment

From now on I have decided to write my blog in English. My purpose is to poison the minds of younglings and flash a bulb in the minds of the mature around the world, but not just in Turkey. As you may understand from this statement I am a Turk. I will not have the pleasure to introduce myself to those who are non-Turkish (they can read my first entry to get to know me), it is painfully long though perfectly fun. I will not bother myself to restart from the beginning, just get to know me if you like what I write by time. However simply know that I am a terrible person that you cannot consider as good, so please do not try to undertand me because nobody can. It will be your precious time that will be wasted. A small footnote can be; please do not try to mock or criticise my English. It is NOT my mother tongue and as you may appreciate I am trying to speak another language, unlike many other lazy English native speakers...


What I like in France is those long and absolutely needless holidays. We have holidays all the time for different reasons, actually I am not concerned with those reasons as long as I am ok with the holidays. Last week we had one of those holidays and I have decided to send myself to aone week vacation. My journey was supposedly begin from Italy, then to Slovenia and finally to Croatia. I have been to many places in Europe and I have decided to go to the places those I have not been before. Also I had to fulfill a promise given to some of my dearest friends living in Slovenia. It was a must to pay a visit to them. Despite the fact that I have been to Italy before I had to fly there for my transfers to Ljubljana. I took the unfortunate and horrible flight of Ryanair from Brussels to Milano. I will never and ever fly with a cheap airline company, anyway this is not my point. I had to spend two days in Milano and when I am finished with that I were to take the train to Venice and then to Ljubljana.


When I arrived "Centrale Stazione", or whatever the name is, I searched for my hotel and checked in. As soon as I entered my room, which was very nice actually, I left my luggage and threw myself to the streets of Milano. I hate looking like a tourist; carrying a huge map, wearing ridiculous clothes, carrying a camera and etc. I did not have the enthusiasm to discover the city, the Italian life style or else. As I said I have been to Italy before and exploration would just ruin the two days those I had. In the end why would I spent some efforts on it while I could dedicate myself to some other pleasure giving activities? I have started walking around the city and as a fashion geek my first destination was the street where the designers are located. I have entered all those boutiques one by one and examined what they have. To tell the truth I was suprised; how could Milano can be considered as a fashion center? After marvelous, glorious, astonishing Paris it can just be the backyard of it. I have stopped by at Prada, Dolce&Gabbana, Tod's, Armani and at all the others. To be honest Prada was considerably good than the one in Paris and also Dolce&Gabbana, but it is probably because of their Italian roots and being at the home. Apart from that I ate a lot drank a lot, visited plenty of cafés and restaurants.


I walked around more to examine the city, though I did not enjoy it. It seemed to be very dull and the streets, buildings were simple and boring. This was another disappointment for me how could people exaggerate it that much. There were nothing interesting and I have decided to sit somewhere to enjoy a drink. While I was sitting at the cafe of Gucci, which is perfectly good with a wonderful menu at Galeria next to Duomo, I was reading my GQ, suddenly "it" came... I am mentally complicated and confused and as a probable result I have started to have anxiety and panic attack. Those attacks have started to occur since last June and they have been continuing still with wide time intervals. It caught me when I was least expecting. My heart beats increased, I was breathing too fast and I was feeling as if I am going to die there at that moment. I was totally alone and there was nobody to take care of me. This idea made me worse and I have felt like I should throw myself out to get some more fresh air, so that I can divert my attention too. The streets were extremely crowded and people were everywhere, it seemed as if they are going to run over me. Also some people were selling umbrellas on the street, to grab attention they were opening them suddenly to the faces of people and I had to walk through many of these sellers, they triggered my dizziness. When I started to tremble and shake I have decided that sitting at somewhere again would be the best idea. I sat in a café and ordered a glass of wine, I drink a lot and I thought it would have helped me to calm my nerves. Interestingly I have paid visits to many cafés in Milano but every time I order something, the waiters and the waitresess with the attitude of the creators of earth, were too rude and impolite. Who the hell do they think they are? Those pitiful minions were acting as if they are the immortal and mighty gods of Olympos coming down to earth, among the mortals, us. To be honest not only those imbeciles but most of the people on the streets were like that. I have always thought that the Italians are friendly and warm Mediterrenian people. The truth was actually opposite, they were all acting like jerks, it was a huge disillusion for me. I live in France and I prefer the French ten times to those morons. I love France and French people, whatever the others say. Those people made me even worse and I had to do something. Something that would make me feel really good, then I have decided to go to the place where you can find some smiling faces and where you can make yourself happy: Prada.


In my previous entries I have told that I am one of those people who seeks happiness in shopping. Even though I was not planning to do any and if I am to do some I would definitely do it in Paris, I have dropped by to Prada. What I like with the designer boutiques is that you can always find some good treatment and it helps you gain self confidence. I bought a pair of white sneakers from there which are rare in opposite to other Prada sneakers. Actually this little purchase helped me a bit. I did not buy just sneakers but I also bought good attitude and a kind of wellness. I felt better and again sat in café to celebrate this little event with a glass of Chardonnay. This time I ignored the spastic waiters and I guess I did the best, because he was shouting a Japanese girl that was sitting next to me and who was a customer also all the time because of a tiny misunderstanding. He confused the orders and brought something else to the girl and when she tried to send the plate he exploded and gave himself to his anger, spitting around while shouting. Then I have decided that it was the time for me to leave immediately. I finished my wine and went back to my hotel. Later on I have counted the hours to leave this horrifying city as soon as possible. In my mind Milano remained as a city which I shall avoid as much as possible, except my Pradas there were nothing good...

31 Mart 2008 Pazartesi

ÇİFTLERİN DÜNYASINDAN UZUNCA BİR MOLA...


Uzunca bir zamandır bekar arkadaşlarımla vakit geçiriyorum ve de şunu fark ettim ki bekar insanların sohbetlerini, muhabbetlerini çok özlemişim. Uzun ilişkilerim olmadığı için, beceremediğim için çiftler dünyasına her zaman uzak olmuşumdur. Ya da bir iki haftalık seyahatler düzenlemişimdir zoraki, ancak daha öteye gidememişimdir hiçbir zaman. Belki de bu yüzden çiftlerle vakit geçirmekten veya uzun süreli ilişkisi olanlarla vakit geçirmekten her zaman rahatsızlık duymuşumdur. Sonuçta ortak noktamız yok... Ben de paylaşımcı olmak adına çiftlerin sevmediğim noktalarını madde madde yazmaya karar verdim.



  1. Kalabalık bir grupla beraber geçirilen bir akşamda eğer bolca çift varsa, insanlar arasındaki iletişim zayıftır; çünkü sevgililer ilgilerinin 60%'ını birbirlerine vermekten başkalarını göz ardı ederler, dikkatlerini diğerlerine vermezler. Siz de bekar bir insansanız dikkatinizin 100%'ünü başka insanların sizi nasıl geçiştirdiğine, sallamadığına verirsiniz.

  2. Eğer çiftlerin olduğu bir ortamdaysanız birbirleriyle bolca cilveleşmelerine tanık olursunuz ve de bu davranışları gözünüze gözünüze sokulur. "Bak benim sevgilim var..." gibisinden aklınca nispet yapılır. Siz de bir bekar olarak kendinizi itilmiş hissedersiniz.

  3. Eğer yakın bir arkadaşınız sevgilisiyle kavga etmişse akıl danışacağı en son kişilerden biri genelde bekar olanlardır. Ne de olsa kelin ilacı olsa başına sürer prensibinin mevcudiyeti söz konusudur.

  4. Geçirilen bir akşamda eğer bolca sevgili mevcut ise "yazık" manası taşıyan: "Merak etme bir gün senin de karşına birisi çıkar" tesellilerini dinlemek zorunda kalırsınız. Bir de bu sözler sarfedilirken ki bakışlar, çatılan kaşlar ve de hüzünleştirilen ses tonu cümleyi daha rahatsız edici hale getirir.

  5. Yaşadığı ilişki yüzünden en yakın arkadaşlarınızı tanıyamaz hale gelirsiniz. Hayat tarzları değişir, evcimen olurlar.

  6. Bir zamanların keyifli ve uzun sohbetlerinin yerini dert yanmalar, "Bunu bana nasıl yapar?" gibisinden yakınmalar alır.

  7. Gece dışarı çıkarken o kadar çiftle beraber kapıdan içeri girerken kişi kendisini sap ve de kaybeden gibi hisseder. Özellikle bir gece kulübüyse ve de kız erkek denkliğine bakılıyorsa aradan kaynayıverirsiniz, bir nevi görünmez olursunuz.

  8. Eğer yine hep beraber dışarı çıkılmışsa çiftlerin arasında çıkan kavga ister istemez dışarıya yansır ve de diğer insanların da gece boyu keyfi kaçar. Genelde sebep kıskançlıktan kaynaklanır ve de dolaylı yoldan kavganın faturasını geceniz mahvolarak siz ödersiniz. Hele bir de ertesi gün muhakkak barışırlar, siz de gerildiğinizle kalırsınız.

  9. Yıldönümü veya sevgililer günü gibi diğer kutlama zamanlarında yapayalnız kalırsınız ve içten içe özenir, kıskanırsınız.

  10. Sevgililerin birbirleriyle oynadıkları evcilik oyunlarına maalesef tanık olursunuz. Şahsen ben "Canım dışarısı soğuk montunu al", "Bulaşık makinasını çalıştıracağım koyacak birşey var mı?" gibisinden anaç ve de "caring" cümleleri duydukça irkiliyorum.

  11. Yakın bir arkadaşınıza oturmaya gittiyseniz, kişi "saatlik rapor" vazifesini yerine getirmek adına telefona sarılır ve de saatlerce konuşur sevgilisiyle, sizin varlığınızı görmezden gelerek. Kendi kendinizi televizyon izleyerek veya bulduğunuz bir gazete veya dergi ile teselli edersiniz.

  12. Eğer bir çift ile aynı odada veya mekanda bulunuyorsanız birbirlerine sarf ettikleri aşk ve sevgi içerikli ancak bir o kadar da gevşek ve komik zamirlere maruz kalırsınız. Misal: "aşkısı", "meleğim", "bebişim",...vs.

  13. Karar vermeyi gerektirecek bir durumda demokrasiden ziyade sevgilinin istediğinin olması da bir diğer nefretlik duygudur. Örnek: A:Hangi filme gidelim? B: Ece hangisini isterse ona gidelim.

  14. Eğer arkadaşınız, kız arkadaşı ve siz bir arabadaysanız ön koltuğa oturan kişi olarak tercih edilmezsiniz. Üstelik vites üzerinde birleşen elleri gördükçe de o koltuğa asla oturamayacağınızın farkına varırsınız.

  15. Eğer arkadaşınızla bir program yapacaksanız hesaba katılacak bir diğer unsur ise sevgiliden izin almak. Arkadaşınız erkek ise sevgilisi tarafından "güvenilmez" ilan edilirsiniz ne de olsa kız, erkek arkadaşının bekar olan siz ile vakit geçirmesinden hiç hoşnut kalmaz.

  16. Her ne kadar acı ve de kaçınılmaz olsa da yıllardır tanıdığınız, en yakın arkadaşınızın gözündeki yeriniz birkaç aylık kişi sayesinde iknci plana itilir ve de vaktinin büyük bölümünü o kişiyle geçirir. Artık pek sık aranmazsınız. Fakat şu unutulur ki insanlar gelip geçicidir, arkadaşlıklar kalıcıdır.

  17. Kalabalık bir grupla gidilen tatilde çiftler denizde sarmaş dolaş aşk yaşarken siz de tek başınıza şöyle bir ileriye açılırsınız ya da sahilde kumdan kale yaparsınız.

  18. Arkadaşınız, sevgilisinin özel bir günü geliyorsa (doğumgünü, yıldönümü) yardım etmeniz için sizi ikna eder; hediye seçimi, yapılacak süpriz gibisinden aktiviteler için. Düşünürsünüz, mağazaları gezersiniz kısacası vaktinizi harcarsınız ve sonunda bütün övgüyü ve teşekkürü arkadaşınız alır.

  19. Kimi zaman kavga etmiş sevgililer arasında arabuluculuk yapmanız gerekebilir, hatta sırf arkadaşınızın ilişkisini kurtarmak adına yalan söylemeniz ve de "kötü insan" rolünü oynamanız istenebilir. Herşey düzelince kötü olduğunuzla kalırsınız.

  20. Çiftlerin bolca bulunduğu bir ortamda sıklıkla eleştirilirsiniz hatta çok biliyorlarmışçasına bir de akıl vermeye kalkarlar; "........ yüzünden kimseyi bulamıyorsun kendine" gibisinden.

  21. Bir müddet sonra çiftler organizma halini alırlar ve de tek beyin halinde karar, idrak, beğeni vs. mekanizmaları çalışır. Aynı kitabı okurlar, biri dışarı çıkmayacaksa öteki de çıkmak istemez, uyumlu kıyafetler giyerler, vs... Siz de evvelinden tanıdığınız kişilerin bu metamorfozlarına tanık olur sinirlenirsiniz.

Bir an heyecanlandım ve de ne yalan söyleyeyim devam edesim geldi. Tanrı'ya şükür ki burada birçok kişi çift değil veya en azından olanlar ise "diğer yarılarından" kilometrelerce uzaktalar. Adam gibi sohbet edebilmeyi, dilediğim gibi dışarı arkadaşlarımla dışarı çıkmayı özlemişim. Ayrıca şunu da fark ettim ki maddeleri sıraladıkça ayrı bir irkilme hissiyle "çift" olmayı reddetmek istiyorum. Yukarıdakiler gözümün önüne geldikçe sanırım daha çok uzun bir süre bekar gezeceğim, mümkün mertebe bekar arkadaşlarımla...



25 Mart 2008 Salı

ÇUVALDIZ SAVAŞLARI...

Uzun zamandır aklımı kurcalayan bir soru vardı ve de geçtiğimiz günlerde sevdiğim bir arkadaşımla geçirdiğim bir akşam, bu sorunun tekrar su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu yazıda Özge'nin nasıl bir insan olduğunu irdelemeyeceğim zaten bunu yapmaya hakkım da yok. Ayrıca "Özge berbat bir insan, bak bunları bunları yaptı" gibisinden bir yaklaşımım da olmayacak. Basitçe sadece ilham aldım diyelim. Üstelik şu da bir gerçek ki az çok yazılarımı okuduysanız ben de eleştirisini yapacağım insanlardanım, hatta başında geliyorum. İyi veya kötü belki de bir nevi bir özeleştiri olacak bu. Sakın söylediklerimden yola çıkarak "ahh ne iyi kalpli, ne düşünceli" demeyin. Karmaşık bir beynim ve kişiliğim olduğu için sadece içimden yazasım geldi, yoksa aşağıdaki gibi bir insan ASLA ama ASLA değilimdir ve de ASLA olmayacağım...


Merak ediyorum aslında ne zamandan beri iğneyi kendimize batırmaktan vazgeçtik de başkalarına gözü dönmüşçesine çuvaldız katliamı başlatır olduk. Birey olarak hepimizin belli bir geçmişi, belli bir zeka seviyesi, belli tecrübeleri var; ancak öteki tarafta bir de egolarımız var, sürekli kabaran. İşin enteresan boyutu hayatlarımızı, insanlarla ilişkilerimizi ve yaşam tarzlarımızı bu egolar belirler oldu. Ego dediğimiz aslında bir nevi zehirdir; düşünme yetimizi ve de idrak kabiliyetimizi etkileyen. Öyle etkileri vardır ki herkes kendisini Kaf Dağı'nın ardındaki memleketlerdeki bulunmaz Hint kumaşı zanneder, kendisini farklı ve de yeri geldiği zaman üstün görerek. Sonuçta, normal şartlar altında "eleştiri" adını verdiğimiz kavramın icab eden durumlarda ortaya çıkması gerekirken, ego sayesinde "küçümseme", "hor görme" hatta ilerleyen kademelerde "bok atma" diyebileceğimiz eylemlerle karşılaşıyoruz. Aslında bunların sebebi kişinin kendisine olan aşırı güveninden veya herşeyin en iyisini, en doğrusunu bildiğinden kaynaklanmıyor. Bu tamamen bireyin kendisini kendi iç dünyasına hapsetmesinden kaynaklanıyor. Kapılarını dışarıya kapatarak, hoşuna gitmeyeni yerden yere vurarak, neyin neden olduğunu anlamaya gayret etmeden...


İnsan olarak en büyük haz aldığımız bir diğer aktivite ise başkalarına haksız yargılarda bulunmak ve onları etiketlendirmek. Dediğim gibi hoşumuza gitmeyene bok atarız, eğer ki birisi bizlerin onaylamadığı veya hoşuna gitmediği birşey yapıyorsa çok acımasız oluyoruz. Fakat aslında hiç düşünmeyiz ki karşımızdaki insanın da kendi tercihleri, kendi beğenileri, vs. var. Kendimiz sanki dört dörtlük bireylermişçesine herkese söyleyecek lafı illa ki buluruz... Özellikle entellektüel adını verdiğimiz ve de bu gruba özenen insanlar hayata ve kişilere karşı çok keskin doğrularla ve yanlışlarla yaklaşırlar. Onlar için iğrenç, berbat demek çok kolaydır ancak ne yazık ki takdir mekanizmaları olumlu manada pek çalışmaz. Çünkü eğer birşeyi veya birisini methedecek olurlarsa dışarıya karşı "seçici" görünmezler. Sabah programları örneğini ele alacak olursak entellektüeller bunları çok güzel yererler; anlarım, doğrudur çünkü içerik hakikaten berabat. Ancak bu grubun mensupları gözlerini, bu programların varlığına sıkıca kapatırlar, sanki yokmuş gibi davranırlar. Üstelik izleyeni de eleştirirler şöyle güzelce bir. Keşke hayat her alanda seçici olmaya elverse lakin gerçek asla öyle değildir. Belki de hayatın bir cilvesi ama her an herşey ile karşılaşabiliriz ve eğer kendimizi "hayır reddediyorum"a alıştırırsak. Gerçekleri ne yazık ki göremeyiz ve kendimizi hapsettiğimiz dünyada kalmaya mahkum oluruz. Birşeyi, bir kişiyi sevmesek de saygı göstermesini bilmeliyiz, her ne kadar kendini izole etmekten daha zor olsa da. Öte yandan cahil ahalinin dogmalarından bahsetmeye lüzum bile duymuyorum. Çikletten çıkma bilgiler ile ve kulaktan dolma laflar ile doğru-yanlış, iyi-kötü bekçiliği yapmaları gerçekten çok zavallıca kaçıyor. Üstelik başka kişileri bunları baz alarak yargılamaları çok komik olmakla beraber, üzücü.


Eğer ki tolerans ve saygı olmazsa bu dünya gerçekten çekilmez hale gelir. Birbirimizin açıklarını yakalamak yerine ve de onları cezalandırmak yerine kabullenmeyi, hoşgörülü olmayı öğrenmeliyiz. Bir tahsilsiz kişi de, okumuş etmiş bir insan da, farklı ırka ve din mensup bir ikişi de, bir eşcinsel de, bir fakir de, sevmediğimiz bir insan da, bir zengin de sonuçta Adem oğlu, Havva kızıdır. İnsanların farklı geçmişlere, tecrübelere ve özelliklere sahip olması bizlerden alçak veya üstün olduklarını göstermez. Bu yazıya rağmen eski benliğimi koruyacağım ayrıca kimseyi değiştirmeye de çalışmıyorum, maksat sadece olması gerekeni yazmaktı, yeni bir başlangıç değildi...

24 Mart 2008 Pazartesi

8. SANAT VE PARIS



Zaten şımarık olan kendimi biraz daha şımartmaya bayılıyorum. Fevkalade bir haftasonunun ardından pazar gecemi biraz renklendireyim dedim. Atıştıran yağmur, biraz Prokofiev ve Pachelbel, biraz vodka-martini ve de blog'da anlatılacak güzel bir haftasonu. Sorunlu bir aklım olduğu için mutluluğu alışverişte arayan zavallı tiplerden biriyimdir. Eğer kötü zaman geçiriyorsam, mutsuz hissediyorsam kendimi alışverişe veriririm. Her ne kadar hiçbir terslik yaşamasam da manik depresifliğimin verdiği hüzünle Paris'e gitmeye karar verdim. Gitmeden de dersimi sağlam çalıştım ve de piyasada ne kadar farklı dilde satılan GQ ve Vogue Homme varsa satın aldım incelemek için. Sanatın 7 ana dalı vardır ancak bana göre her ne kadar sanatçı tipler itiraz edecek olsa da aslında 8 dalı var ve tanıştırmama lütfen izin verin: "Karşınızda moda!" Birçok tasarımcı zamanlarını ayırarak insanların güzel görünmesi adına, sokaklarda çiçeklerin açmasına izin vermek adına, toplumu güzel kılmak adına muhteşem parçalar yaratıyorlar. Her biri birbirinden farklı ve de tek. Sezonluk değişen, akımlarla şekillenen güzellikler... Paris'e sıklıkla gittiğim için artık müze kavramım biraz daha değişti, artık yeni bir kategori varsa, yeni sanat eserleri göreceksem tasarımcı butiklerine atıyorum kendimi. Bu ziyaretimde sadece Paris'te değildim ben aslında, aynı zamanda Milano'da ve de New York'taydım. Kadın erkek hiç fark etmez sezonluk satılan ne varsa bakarım, incelerim. Hayır Barbaros Şansal gibi birisi değilim, sadece güzellikleri takdir eden bir moda manyağıyım. Jimmy Choo'ya gidip ayakkabıları ve zerafetlerini incelemek, Burberry'ye gidip muhafazakar ancak yenilikçi tasarımları süzmek, Asyalı modacıların, özellikle Issey Miyake ve ikinci favorim Kenzo'nun yaratıcılıklarına tanık olmak benim için bambaşka duygular.

Paris'e vardığım zaman güneşli ve yağmurlu enteresan bir hava beni bekliyordu. Gardan çıktım ve bulduğum ilk taksiyle gezimin ilk ve odak noktası olan Champs Elysees' ye doğru yol aldım. Bulvara geldiğimde moda tutkunlarının mabedi sayılan Louis Vuitton'un orada taksiyi durdurdum. O muhteşem bina, o muazzam tasarımlar ve bir sürü turist... Kimi hakikaten alışverişe gelmiş, kimisi ise illa ki görmeliyiz diyerekten içeri dalmış. İnsan güruhunu yararak içeri girmeyi başardım ve de doğruca erkek bölümüne gittim. Ayakkabılara karşı bi zaafım olduğu için doğruca kendimi o reyona attım, üstelik aralık ayından beri peşinde olduğum ancak henüz daha gelmediği için veya tükendiği için ulaşamadığım bir sneaker'ı sonunda kanlı canlı karşımda görüyordum, ayrıca numarası da vardı. Ayakkabıyı denedim ve de kendimi hobbit gibi hissettim, 41-42 olan ayak numaram ne hikmetse 40 oluverdi bir anda. Giydim ve de aynada kendime uzun süre baktım, bir tuhaflık vardı. Pek güzel görünmedi gözüme bir evvel ki ziyaretimde verdikleri katalogdaki ayakkabı değildi bu. Fotoğrafçılık sanatı sağ olsun berbat birşeyi çok abartmışlar. Sorun şuydu ki ayakkabı biraz fazla ucuz duruyordu, hani sahteci tipler vardır ya abouk subuk ne kadar Prada, Gucci taklidi varsa satarlar, işte aynı onlara benziyordu. Kendime yakıştıramadım ve de biraz daha klasik ama aynı zamanda spor olan başka bir modeli almaya karar verdim. Lakin uygun numarası bulunmadığı için ayakkabıları Salı günü bulunduğum şehirdeki mağazaya yollayacaklar. Aslında biraz da iyi oldu elimde kocaman yüklerle dolaşmak zor olurdu. Ödemeden sonra Prét-a-porter (hazır giyim) bölümüne yöneldim. Ne yalan söyleyeyim fena değildi ama çok da güzel değildi, kendimi bir an Sarar'da gibi hissettim. Ancak bavul kısmı çok başarılıydı nitekim bir sonraki sefere almak üzere bir çanta seçtim kendime kısa seyahatler için.


Louis Vuitton'da işim bitince Champs Elysees'nin sonlarına doğru Seine nehrine kıvrılan bir başka güzel caddeye gittim; Avenue Montaigne. Burası Vogue'un Nisan sayısında ilanı olan ne kadar mağaza varsa bulunduğu bir yer. Turuma Gucci'den başladım, her zaman ki gibi kapılar açılır ve içeri girersin, üst kata çıkarsın, dolaşırsın ne var ne yok diye. İlkbahar yaz kolesksiyonu fena sayılmazdı, hatta başarılıydı ancak ben pek fazla renkli şeylerden hazzetmediğim için bana çok cazip gelmedi. Özellikle fıstık yeşilinin neden bu kadar sık kullanıldığına pek bir anlam veremedim. Öteki tarafta klasik çizgileri iyiydi ancak çok fazla birşey yoktu, yani seçenekler çok azdı. Ayakkabılara gelecek olursak her zaman ki gibi Türkiye'de taklidi çok bol olan; üzerinde iki kemer olan, Gucci'nin amblemi (G ve ters duran G) bulunan ve de 2003 yılında piyasaya sürülen ayakkabılar hala satılıyor. Berbat... Lakin çok güzel seçenekler de mevcut elbette. Spor tarzda bir ayakkabıyı iyi kötü beğenirken, klasik ayakkabıları çok başarılı buldum. Gucci'den sonra Dior'a girdim. Ne yalan söyleyeyim en başarılı bulduğum mağazalardan birisi kendisi bu sezon için. Özellikle gömlekleri bir harika, tabii kravatları da unutmamak gerek. Kısa ve farklı renkli yakalı gömlekler, kol düğmesi bölgesinde farklı renkler... Kravatlar incecik, merserizeler çok başarılı. Çok inovatif değil ancak kendime çok yakın bulduğum bir gerçek. Görür görmez aşık olduğum trençkotu da unutmamak gerek. Prada bir sonraki durağımdı, buraya girereken ayrı bir istekliydim çünkü kendisini gayet başarılı bulurdum. Ancak bu sezon biraz hayal kırklığına uğradım. Fazlasıyla iddalı kıyafetler vardı, ayakkabılar da cabası. Kesimler fena değil ancak kullanılan kumaşlar ve de desenler açıkçası giymek için biraz cesaret gerektiriyor. Ne yazık ki kendime göre pek birşey bulamadım montlar dışında... Her zaman ki Prada çizgisi; sade ve siyah. Aynı renklilik bayan bölümünde de vardı ancak çok başarılı ve de cesurdu. Birbirinden renkli çantalar göz kamaştırıcıydı... Girdiğim çıktığım yerleri ve de incelediklerimi yazacak olursam sanırım biraz uzar bu yüzden kısa kesmekte fayda var. Kısaca bahsetmek gerekirse Dolce & Gabbana tamamen bir hayalkırıklığı. Eğer ileride bir gün Aksaray'da, Laleli'de kadın satmaya karar verirsem gardrobumu nereden düzenleyeceğimi biliyorum. O zamana kadar aksesuarlarıyla idare etmek yine en iyi çözüm. Fendi ilginçtir ki erkek bölümünü Paris'te kapatmış akıl almaz bir şekilde. Görevliye en yakın Fendi (erkek) nerede diye sorduğumda bana verdiği Londra veya Milano cevabından sonra oldukça şaşırdım. Yani Paris'te bulamazsak nerede bulabiliriz ki? Sonuçta dünyanın moda merkezi... Kenzo güzeldi aslında en çok şaşırdığım da Kenzo oldu. Aşırı renkli ve cıvıl cıvıl, normalde asla tarzım değildir, cenaze varmışçasına hep karalar bağladığım için nasıl bu kadar bağlandığımı hala anlayabilmiş değilim... Ralph Lauren' in Black Label kolleksiyonuna bayıldım. Az önce de dediğim gibi siyah düşkünü bir insan olduğum için kendimi buldum orada. Calvin Klein sıradan gelse de takım elbiselerini beğendim, hakileri de harika. Armani desen o da fena değildi ancak Armani Jeans'e ve de Armani Exchange'e olan mesafem hala azalmış değil, ama yok eğer Giorgio ise veya Emporio ise eyvallah... Cerruti, Cavalli ve Hugo Boss ise gezimin geri kalanında uğradığım yerler arasında ancak zamanım azaldığı için pek fazla vakit geçiremedim. Bu karmaşa da iplerini yeni koparan ve de kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan Marc Jacobs'ı da es geçmemeli, o da çok başarılıydı.












Moda çılgınlığından vakit bulduğum bir anda ise kendimi fevkalade bir restorana attım, ismi La Maison Blanche. Paris'te rezervasyon çılgınlığı yaşanmasına rağmen şansım yaver gitti ki öğlen yemeği için kendime bir masa bulabildim. Kendisi Avenue Montaigne'de bulunan Theatre des Champs-Elysées'nin üzerinde konuşlanmış bir teras restaurantı. Manzarası harika Montparnasse Tower'dan, Dome Kilisesi'ne oradan Eiffel Kulesi'ne kadar tüm Paris ayaklarınızın altında. Yemekleri ise Güney Fransa mutfağı olup oldukça başarılı. Fakat normal zamanda gitmek için illa ki rezervasyon şart. Ayrıca birazcık pahalı; ancak ambians ve de başarılı mutfak insanın sızlayan içini birazcık da olsa yatıştırıyor.


Uzun günün ardından eve dönüş vaktim geldi. Yorgun bir beden ve de boş bir cüzdan ile trende kendimden geçmiş bir vaziyette bir saat yol aldıktan sonra nihayet yaşadığım şehire geldim. Günün sonunda ise alışverişe ve sanata doymuş olmanın verdiği keyifle güzel bir uyku çektim...












19 Mart 2008 Çarşamba

AKSAM PAZARI BUNLAR!!!


Serin, sessiz ve de güzel bir gece... Uzun zamandır kara kara düşündüğüm bir sunumu geride başarıyla bırakmanın (her zaman ki gibi) ardından kendimi ödüllendirmeye karar verdim; bolca caz eşliğinde başarıyla hazırlanmış bir kokteyl, biraz çilek ve de bolca sigara... Tabii bunları hep ben hazırlıyorum, yoksa dışarıya falan çıkmadım. Ne de olsa sunuma hazırlanmanın verdiği yorgunluk hala üzerimde. Bu rahatlıkla önümüzdeki hafta sonu ne yapmalıyım diye düşünürken geçen hafta ne yaptığım gözümün önüne geldi...



Her zaman ki gibi hafta sonu illa ki birşeyler yapılmalıydı ve tabii ki de yapıldı. Keyifli bir cuma ve ardından cumartesi... Bir arkadaşımın doğum günü vesilesiyle bir partiye katıldım, partiden sonra da hep beraber dışarı çıktık. International bir okulda okuduğum için katılımcı profili daha çok paçoz, bakımsız, zar zor şık gezen insanlar topluluğuydu. Ne yalan söyleyeyim aralarında iyi insanlar da var ama kısa süre tanımak için, yoksa, uzun müddette sanırım pek çekemem.



Gece kulübüne giderken enteresan bir bölünme yaşadık; kimi evine döndü, kimi başka yere gitti. Ben de kısmen (çaresizlikten, yine iyi bir yer orası) başka bir kulübe gittim bir grup arkadaşımla. Evvelinde içtik eğlendik, devamını da getirmeye çalışacaktık. İçeri girdik ki uzun zamandır görüp bildiğim, tanıdığım Macar bir kız (grubun parçası) elimi tuttu, onu diğerlerinin de olduğu yere götürmem için. Gayet masumca ve de güzel... Ben de tabii bir centilmen gibi yetiştirildiğim için ona yardım etmeliydim. Elini tutarak onu bizimkilerin yanına götürdüm.


Kızın adı Eva ve kendisi Budapeşteli, güzellik scale'imde A+'nında olacağı düşünülürse kendisine C+ veriridim. Belki de çok zor beğendiğimden ve de kimseyi kendime layık görmediğimdendir. Kulübün içlerine doğru yürüdük, bardan kendime bir gin tonic aldım ve bizimkilerin yanına geldik. İlerleyen saatlerde kız biraz cesur davranmaya başladı dans ederken fazlasıyla yakınlaştık. Dans ederken, eğlenirken sürekli birlikteydik. İş biraz ulu orta erotizme kaçmaya başladı. Hatta nefret ettiğim aptallardan biri "Bunlar resmen sevişiyor" yorumunda bulunacak kadar. Aslında benim bir kabahatim yoktu sonuçta uzun zamandır (!) beğendiğim biri vardı ve o gece içeri girerken hiç bu tarz bir yakınlamayı C+ ile düşünmemiştim. Aşiftelik ondaydı kalçamı okşuyordu, bana yaslanıyordu vs... Bir evvel ki yazımda da bahsetmiştim erotik hikaye köşesi değil burası eğer o yönde düşünüyosanız lütfen gidin... Ben de onun bu hareketlerine karşılık veriyordum, hatta aksine daha da ileriye gidiyordum. İşin güzel yanı "ateşli flört" durumları mevcuttu, sadece flört biraz masum kaçardı... Ancak çok keyif aldım ve narsizmin doruklarına çıktım o akşam.


Şimdi de şöyle bir düşününce kendime kızdım. C+ verdiğim bir insanla neden o kadar yakınlaştım? B bile değil! Kızı doğru dürüst tanımıyordum, aklımdan bile geçirmiyordum, daha da önemlisi beğenmiyordum. Neden bana kuyruk salladığında peşinden gittim? Daha sonra şunu fark ettim; biz erkekler iki meme ve de bir vajina için yaşıyoruz. Popoyu da unutmamak gerek. İlişkiden ziyade, sadece seksi düşünüyoruz, eğer ki birşey veya birisi bize seks vaat ediyorsa peşinden gidiyoruz. İster bu çirkin bir kadın olsun, isterse de yaşlı bir kadın olsun. Biz erkekler konu seks olduğu zaman, bir bayanı kolayca etkileyebilmek olduğu zaman, genelde kolaya kaçıyoruz. İlgilendiğimiz şey karşımızdaki kişinin kim olduğu, ne yaptığı, ne kadar güzel olduğu, ne kadar kaliteli olduğu değil. Bizim istediğimiz tek şey cinsel haz. Bu uğurda birçok kez "seçicilik" mekanizmamız zarara uğruyor, bir anda işlememeye başlıyor ve de peşinden gidiyoruz. Zaten bu yüzden değil midir ki dolu dolu aşk yaşayan bir çift gece dışarı çıkınca erkeğin gözü kendisine bakan bir kıza takıldığında kıyamet kopuyor. "Niye bakıyorsun?", "Kim o?" gibisinden sorularla karşılaşıyoruz. Erkekler sinyallere takılır ve de bunun üzerine sinsice gitmeye çalışır. Bir yanda kız arkadaşı duruken öteki yanda karşısındakinin peşinden gitmeye çalşır. Çünkü beğenilme duygusu kendilerini kral gibi hissettirir ve de ayrı bir aptallaştırır. Başkalarının beğenisi onları hiç düşünmedikleri, planlamadıkları eylemlere iter.


C+ olayı yüzünden kendime bir nevi kızıyorum; bu kadar ucuz ve de kolay bir insanmıyım diye... Gündelik hayatta standartlarını yüksek tutan birisi olduğum için seks manasında kendimi bu kadar ucuza kapattığım için. Sanırım bunun açıklaması hedonist insan tabiatı taşımamdan kaynaklanıyor. Keyif al, tadını çıkar; ama aslında bu kadar basit olmamalı, seçici davranmalı. Teoride bu böyle ancak Tanrım galiba tekrar olsa anlık keyifleri tercih ederdim. Eğer bunu okuyan bir bayan varsa erkekleri anlamak konusunda çok düşünmeyin olay sadece ego da, hormonlar da, ve de seks de bitiyor...















10 Mart 2008 Pazartesi

ERKEKLER, TESTESTERON VE ALKOL


Birçoğumuzun hayatında, bir kere de olsa, illa ki alkol kullanmışlığı vardır. Kimisi dertten içer, kimisi neşelenmek için, kimisi içmiş olmak için, kimisi de sevdiği için içer. Bir alkolik olarak şunu söyleyebilirim ki içkiye bayılıyorum ve alkollü olduğum zamanlarda ayrı bir mutluluk hissine kapılıyorum. Tabii kimilerinizin üstünüze çok vazifeymiş gibi; alkol kötü, kaka veya kötülüklerin anası gibi cümleler kurduğunu tahmin edebiliyorum. Umrumda bile değil ancak bu yazının odak noktası benim alkol problemim değil. Erkeklerin alkolle olan birlikteliği ve testesteronun müdahelesi.


Gece dışarı çıkmayı çok sevdiğim için eğlenmenin yanısıra bolca da gözlem yaparım. Hoş aslında gözlem yapmak başlı başına eğlencelidir çünkü muazzam bir şahsiyet olduğum için insanların açıkları ve de salaklıklarıyla içten içe eğlenirim. "Aman tanrım ne kadar berbat bir gömlek", "Ne kadar 80'ler", "Kıza bak bir de oğlana bak" gibisinden uzayıp giden cümleler. Aranızdan çıkabilecek birkaç cingöz aklınca bana laf sokmak adına komplekslerim olduğunu söylemeye teşebbüs edebilir lakin gayet özgüven patlaması yaşarım genellikle.


Geçen haftasonu yine her zaman olduğu gibi birkaç arkadaşımla bir yerlere gittik. Allah için gittiğim yer fena bir yer değildi, en azından ergenlik dönemini yaşayan tıfıl gençler ve de meraklı değişim programı öğrencilerinin olduğu bir yer değil, yani kısmen. Daha ziyade yaşı başı bana kıyasla fazla olan, şık, güzel Fransızların rağbet ettiği bir mekan. O gece ben, Derya, Orhan ve de Erkan hep beraberdik. Gerçi Erkan okuduğum okulda 30 küsür yaşına gelmiş bir finans profesörü ve bizlerin de aynı okulda öğrenci olduğu düşünülürse ilginç bir durum. Gece çıkmadan önce de bir hayli içmişliğimiz vardı. Tabii mübarek şişede durduğu gibi durmadı ve de tesirini gösterdi ama bana göre en olmaması gereken kişiye, Erkan'a. Her halde artık bünyem etkilenmediği için ister istemez ayıktım ve de yine bolca gözlem yapabilme şansım oldu. Derya aramızdaki tek kız olduğu için bir anda Erkan için kolay hedef olarak görüldü ve de testesteron kendisini fiziksel manada göstermeye başladı. Bilmem kontrbası bilir misiniz? Kendisi bir müzik aletidir, dev gibi bir keman düşünün, bir insandan biraz daha uzun ve de çıplak elle çalınır. Alttan ve de üstten eller telleri okşar, çeker, bırakır durur. O gece istemeden de olsa Derya, Erkan'ın kontrbası olmuştu. Eller kollar bir türlü durmak bilmeden aşağı yukarı hareket ediyordu. Tabii ben burda size erotik hikaye anlatmaya çalışmıyorum, bir an ümitlendiyseniz de çıkın gidin ve de Google dan yeni bir arama yapın. Her neyse, işin enteresan yanıysa bizler bu kişiyi abi olarak görüp bilirdik ve nitekim evine de o niyetle giderdik, Derya'da dahil. O akşam alkolün de verdiği etkiyle bilinçaltı su yüzüne çıktı ve de içi dışı bir oldu.




Testesteronun hammadesi aslında alkol ve de kişiye aslında niyeti olup da yapamadığı hareketleri yaptırıyor. Kimisi bu örnekte olduğu gibi aklınca "aşk" yaşamaya çalışıyor, kimisi de, ki bunlar alt kültürden insanlardır, kendini Polat Alemdar sanıp kavga çıkartıyor. Bazıları da vardır ki "yaşasın çok eğleniyoruz" havalarına girip saçmalıyor ve kendilerini normal hayatta olduklarından daha komik duruma düşürüyor. Bu gruba mensup olanlar da daha çok, henüz legal içme yaşına erişmiş, yeni yetme aptallar oluyor. Aktiviteleri arasında eğlenmek adına çevreyi rahatsız etmek, bağırmak çağırmak ve sağa sola, insanların üzerine içkilerini dökmek vardır. Nitekim gecenin sonunda genelde bir yerlerde sızarlar, tüm toplumun iyiliği için sızdıkları yerde de kalmaları tercih edilir, bir daha kalkmamacasına. Öte yandan vandallaşanları da unutmamak gerek. Bu zavallılar sokakta ne kadar çöp kovası varsa devirir, yere tükürür, kusar, arabaların dikiz aynalarını kırar (Fransa için konuşuyorum). Bunların yanı sıra ne yazık ki aralarda bir duygu yaşayan erkek nedense pek ortalarda yoktur. Kimilerinin illet olarak adlandırdığı alkol neden erkeklerde uç duygular uyandırıyor? Testesteron salgılatan alkol aslında bir nevi Dr Jekyll ve Mr. Hyde hikayesini mi anımsatır bizlere? Bu denkleme göre saygıdeğer profesör bir tacizciye, üniversite öğrencisi bir şarlatana, yaşını başını almış bir adamı ise Rocky Balboa'ya dönüşüyor. Gündüzleri ise bu insanlar sokakta, okulda, işte hep etrafımızda gayet sıkıcı hayatlarına devam ediyor. Peki neden bu davranışlar çoğunlukla erkeklerce sergileniyor? Kadınlar neden biz erkekler kadar olaylı sarhoş olmuyor?



Bir erkek olarak kabul etmekten üzüntü duyarak ve de sizlerin göstereceği ama umrumda olmayacak olan değersiz tepkilere rağmen şunu söyleyebilirim ki bizlerin kafası salgıladığımız kimyasallardan ötürü pek çalışmıyor. Testesteron bizlerin düşünme mekanizmasını etkiliyor ve birçok kişinin zaten güç bela çalışan üç kuruşluk beyni işlevini yerine getiremez oluyor. Daha da ötesinde uçkuruna ve yumruğuna çalışıyor. Her ne kadar rahatsızlık verecek olsa da geceleri eğlendiğim nokta da aslında birazcık burada. Gittiğim gece kulübünde çevremde yontma taş devrinden fırlamış insanlar görmek veya dişisinin dikkatini çekmeye çalışan bir orangutanın kısmen evrimleşmiş ve de maalesef insana dönüşememiş ama benzemiş halini görmek kendimi iyi hissettiriyor ve bir kere daha kendime hayran kalmamı sağlıyor.


Öte yanda, bu zamana kadar alkolik olduğumdan bahsedip durdum ve benim ne hallere düştüğümü merak edecek olursanız, biliyorum çok umrunuzdayım, şu kadarını söyleyebilirim ki aşırı davranışlardan kaçınırım. Ya çenem açılır ya da mutlu olup keyfim yerine gelir ancak bu uğurda ne bir insanı rahatsız ederim ne de çevreye zarar veririm. Kendi halinde olan neşeli bir genç oluveririm... Aslında beni tanısanız bilseniz seversiniz, tabii ben sizi sever miyim orası ayrı bir mevzu bahis.















Korkarım Misafirlerimiz Var Jonathan

Visitor Map