20 Nisan 2009 Pazartesi

Ralph Bey'in gündüz düşleri...

Her bahar olduğu gibi bu bahar da çiçekler açar, böcekler türer, kediler vıyaklar, hayvanlar çiftleşir ve doğa uyanır... Geçen sene bahsettiğim gibi bu uyanıştan benim de nasibimi almam gerekirdi ki bu genelde kontrolden çıkan libido seviyemle ölçülürdü. Ancak bu sene işler biraz değişti ve her zaman tavan yapan hormonlarımın ve üreme iç güdümün yerinde yeller esiyordu... Etrafımda hareket eden her canlıya karşı bir cinsel isteksizlik yaşıyordum. Korkmuştum, ürkmüştüm, meraklanmıştım.

Nihayet bu cumartesi lanetin üzerimden kalktığını hissettim. Her hafta olduğu için artık gelenekselleşen cumartesi doğum günlerinin bu ayağında uzun zamandır hissetmediğim birşey oldu. Laf arasında her hafta birilerinin doğum gününe gitmem fazla arkadaşım olduğu anlamına gelmiyor,yanlış anlaşılmasın. Nitekim bilindiği üzere insan sever taklidini iyi yaparım.


Bu haftaki destinasyonumuz birçokları tarafından bilinen Richmond Hotel Beyoğlu'nun terasındaki Leb-i Derya idi. Familya bireyleriyle yemek yemek durumunda kaldığım için yemeğe biraz geç kalmıştım; fakat Vodka-Martini için günün hiçbir saati geç veya erken sayılmayacağı için sonradan katıldım güruha. Katışımcı kitlesi benimle beraber sekiz kişiyi bulmuştu ve tanıdık tanımadık kitleye bir göz attığımda gözüme bir figür çarptı. Tabii sadece gözüme çarptığıyla kalmadığı gibi kalbim de hızlıca çarpıverdi. Ancak rengimi hiç belli etmedim, salakça bir adım atıp embesil durumuna düşmek istemedim çünkü. Pot ve kalp kırmayı kolayca becerebilen bir adam olarak pusuya yatmaya karar verdim. Bir müddet Bayan K.İ.'yi analiz ettim ve kendisi bir adım atarak aslında beni önceden tanıdığını söyledi...


Şaşırdım, belli etmemeye çalıştım ama aslında çok belli oluyordu onu tanımadığım. Öyle mi nerden diye bir soru sorup yine bir pot kırmıştım aslında bilmeden. Rezalete gelin ki Bayan K.İ. meğerse benim liseden sınıf arkadaşımmış... Tahmin edilebileceği gibi iğrenç kasıntı ve sorunlu bir lise hayatı geçiren Ralph çirkin kızların ismini bile öğrenmeden okulun en popüler ve güzel kızlarıyla arkadaş olmayı gözüne kestirmiştir. Bayan K.İ. ise zamanla ne kadar çirkin (tanımıyorsam öyledir) olduğunun farkına varmış olmalı ki bir dizi estetik ameliyattan sonra bayan tipine bürünebilmeyi başarmıştır. Ameliyat kısmı şaka değil bu arada, sonrasında yapılan istihbarat raporu elime pazar günü geçti. Sohbet muhabbet şahane ve kendimi olduğumdan faarklı gösterme çabaları başladı. Konuşkan, güleryüzlü, arkadaş canlısı bir Ralph vardı o gece Leb-i Derya'da. Ama aslında öyle birini ben de tanımıyordum.


Gelelim işin ilginç yanına, o ana kadar fetih gözüyle baktığım bir insan iken kendileri bir anda beni salağa çevirdi. Hiç beklemediğim bir performansla beni kendisine hayran bıraktı, öyle ki libidom tavan yaptı. Üstelik libidodan da fazlası vardı; o konuştukça ben dalıp fantaziler kurmaya başlıyordum. Lakin lütfen aklınıza fantazi diyince cenabet fikirler gelmesin. Bebek'te yapılan sabah kahvaltılarını, Polonezköy'de tertiplenen piknikleri falan hayal ediyordum Çılgın Bediş misali. Çok tuhafıma gitti, oysa bunu en son üniversite ikide yaşamıştım. İşin güzel kısmı ise pazar günü Suadiye Robert's Coffee'de bir başka Bayan K.İ ile kahvaltı yaparken öğrendim. Beni kendisine hayran bırakan Bayan K.İ.'nin bana karşı boş olmadığı söylendi. Şayet beni eskiden tanıdığı için de tırsıp köşesine çekilmiş. Dediğim gibi kalp kırıcı olabiliyorum... Yine de düşünceliyim acaba zaman geçerse tiksinti gelir mi diye (bu da benimle ilgili bir diğer husus, gıcık olmaya başlıyorum karşımdakine, tabiri caizse her hareketin bir "ooops.....ıyk" olmasını bekliyorum). dediğim gibi hala pusudayım, ilginçtir ki uzun soluklu birşey istiyorum bu sefer ve hiçbir şey kesinleşmeden kimseyle bir şey paylaşmayacağım, işin ucunda fos çıkma ihtimali de var. Ancak özetle söyleyebilirim ki tüm salaklığıma rağmen zor kısım geride kaldı ve kanaatimce olumlu intiba bıraktım.


O akşam doğum günü adamları ve kadınları evlerine gitmeye hazırlanırken Hollystone'a sözüm olduğu için biraz daha erken kalktım. Bu arada kendisine de buradan ayrıca teşekkür ederim ki bana çoğu kokoş cumartesilerden farklı bir cumartesi turu attırdığı için... İlaveten alakasız olacak belki ama son zamanlarda taptığım bir reklamı yukarıda paylaşmadan da edemeyeceğim... İzledikçe bir erkek hayat hayattan daha ne ister ki diye sorasım geliyor...
















15 Nisan 2009 Çarşamba

"Haykırsam göklere..."

Dün alt katta yaşayan komşumuz vefat etti. Henüz binada yeniyim fakat sağlam istihbaratım olduğundan biliyorum ki bu dul bayan geride iki oğul bıraktı. Biri benimle neredeyse yaşıt diğeri ise işinde gücünde bir avukat. Bu kötü vesileyle ev tam bir cenaze evi... İşte böyle durumlarda insan bir süreliğine de olsa gündelik yaşantısının temposundan sıyrılıp düşünmeye başlıyor; ben ne yapıyorum, bir gün hepimiz öleceğiz, sevdiklerimiz teker teker göç edip gidiyor, iyi bir hayatım var veya tam tersi herşey çok kötü gidiyor en favori kafa patlatma konularından bazıları.


Tabii durum bu olunca insan derin bir karamsarlık içinde düşünmeye başlıyor; ben neredeyim, ne durumdayım, ne yapıyorum diye... Dürüst olmak gerekirse tablo pek hoş değil. Yeni geldiğim bu şehirde tanıdığım çok insan var ancak çok az arkadaşım var. Kendimi o kadar yalnız hissediyorum ki anlatmaya kelimeler yetmez. Bütün ukalalıklarıma, küstahlıklarıma, azarlarıma, kaprislerime, vs. tahammül edebilen bütün eski dostlarımı geride bıraktım. Şimdi yeni bir başlangıç yapıyorum; ancak görünen o ki bu konuda pek başarılı değilim tanışıklığım olan insanlar bir zamandan sonra bana katlanamıyorlar ve yanıma bile yaklaşmıyorlar. Ankara'dan İstanbul'a geldiğimi haber alıp telefonlarımı susturmayan insanlar ben buraya geldiğimden beri kayıplar. Ayrıca çok uzun zamandır tanıdığım ve sevdiğim bir dostum ise artık benimle konuşmama kararı aldı. Bu kişi öyle birisi ki kendimi onun çocuğu gibi hissediyorum, anne vazifesini benimsemiş birisi bu hanım. Cenazeden sonra yalnız ölmek korkusuyla ve komşuların kokmuş cesedimin kokusuna geleceğini hayal ederek bu anne şefkati olan insanı arayarak özür dilemek istedim. Fakat bana artık yorulduğunu söyledi...

Evet kabahat benim insanları huyumla suyumla kendimden uzaklaştırıyorum, hatta nefret ettiriyorum fakat bu kemikleşmiş bir kere. İnsanları incitiyorum, kırıyorum üstelik bunu çok normal karşılıyorum kimi zaman insanların arasını bozmaktan, onları ağlarken görmekten, başarısızlıklarından büyük zevk bile alıyorum. İnsanları oyuncak gibi gördüğüm için onları manipüle etmekten, onlarla oynamaktan büyük haz alıyorum. Ne yalan söyleyeyim değişmem de (o zaman müstahak sana demenizi duyar gibi oluyorum)... Buna bağlı olarak şu aralar en sevdiğim şarkı Nilüfer'in eski bir şarkısı olan "Göreceksin Kendini", hatta öyle ki bir kaç entry evvel ki yazımın da başlığını oluşturur kendileri.


Bunun yanında fark ettim ki ben hiç aşık olmamışım, bu geceye kadar kimseden özür dilememişim, kimsenin peşinden koşmamışım, hayatın ince detaylarına hiç bir dakika bile durup göz atmamışım. "Ne güzel", "harika", "iyi ki" ile başlayan cümlelerim "neden öyle", "berbat", "ıyk" ile olanlardan daha az. Hiçbir şeyden memnun olmamışım. Şu ömrümün 24 senesini şikayet ederek, insanları hor görerek, olaylardan mutluluklar çıkarmadan geçirmişim. Mutlu olduğumu sanırken aslında çok temelsiz geçici mutluluklarla yetinmişim. Sonra da bir bakmışsın ki hayatının üçte birini yaşamışsın geriye de çok fazla birşey kalmamıştır, bu sürenin iki katı kadar bir zaman iyi koşullarda. Bundan sonrasının da değişeceğinden oldukça şüpheliyim. Denemek istediğimden bile emin değilim... Öfkeyi, nefreti, tiksintiyi güzel duygulara ne yazık ki acı çekmeyi seven bir bünye olarak tercih ediyorum. Bu noktada da bir diğer beğendiğim şarkı olan Ömür Göksel'in "Yaşadım mı, Öldüm mü" sü ile kendime zihinsel işkence yapıyorum.











14 Nisan 2009 Salı

"Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da..."


Alkollü blog yazmaya o kadar alışmışım ki yazdığım yazıları ertesi gün okuduğumda üzerime bir tiksinti geliyor. Sorun içerik değil, biçim ve anlaşılan o ki alkol beyin hücrelerimi etkileyip kendimi ifade etmem konusunda bir mani teşkil ediyor. Evet bir konu belirliyorum ve o topik üzerine yazmak istiyorum ancak beceremiyorum. Ancak bu sefer tamamen ayığım, her ne kadar elim şişeye uzanmak için irademle savaşsa da bu akşam içmeyeceğim.

Cumartesi sabahı bir kamyon filosunun altında kalmış edasıyla uyandım ve giyinmeye başladım çünkü bir gece önce kahvaltıya sözüm vardı. Bir Ankaralı'ya oldukça egzotik gelen Boğaz'da kahvaltı konseptini gerçekleştirmek üzere Çengelköy muhitine doğru yol aldım. İki sohbet, bir gazete ve bir kahve sonra kalktık ve biraz da karşı sahile gidelim derken Bayan H.N ve Bayan K.I. ile kendimi aniden Bebek'in vıcık vıcık kalabalığının ortasında buldum. Sakin ve Lucca dışında birşey olsun derken daha önce dikkatimi çekmeyen (There's a new man in town) "Happily Ever After" isimli sevimli bir yere attık bünyelerimizi. Tekrar sohbet, biraz tatlı ve dört kadeh şarap süren bu ziyaret, içeriye en yakın arkadaşımın maganda eski kız arkadaşının girmesiyle ve Rejans'a yaptırdığımız akşam yemeği rezervasyonu saatinin gelmesiyle son bulmak durumunda kaldı. Bulduğumuz ilk taksiyle, ki bu yaklaşık yarım saat süren bir arayış Beyoğlu'na doğru yola koyulduk.


Rejans; yaklaşık 75 yıllık tarihi olan bir restaurant. İlginç bir tezattır ki Fransızca ismi olan bu mekan aslında bir Rus restaurantı olup. Miller'ın en iyi yeme içme yerlerinden biri olarak honore edilmiş. Büyütülecek birşey yok; nihayetinde Michelin yıldızı almış değil... İçeriye girer girmez bir anda bir bağlılık hissettim. Sanki yıllar evvel ben buraya geliyordum, aşık oldum bir anda ve ilginçtir aslında ki iç mekanda çok matah birşey yoktu. Eski bir bina, sade fakat yine eski bir iç tasarım, yüksek tavan, iddialı olmayan bir avize, duvarda berbat yağlı boya tablolar, eskiden kalma fakat belli ki restore edilmiş bir zemin, balkon katı, yarı duvara kadar ahşap kaplamalar... İçeride kendimi sanki Madame Bovary kitabının bir sahnesinde veya eski Paris salonlarından birinde gibi hissettim.


İçeride buluştuğumuz diğer hanımlar ve beylerle yedi kişi oluvermiştik, yine de yedi arkadaştık cümlesini kuramıyorum üzgünüm. Aralarında sevmediklerim var çünkü. Her neyse, yerlerimize oturduktan sonra masamızla ilgilenen garson bu zamana kadar görmediğim bir giriş yaptı: "İyi akşamlar bayanlar, baylar ben Uğur. Sizlere hayırlı akşamlar, hayatlar, aşklar, afiyetler..." diye devam eden yaklaşık 30 hayır çeşidi saydı ve devam etti: "Bu akşam size ben hizmet edeceğim ve ben Ortadoğu ve Balkanlar'ın en tombul yanaklı ve en güleç garsonuyum." diyerek noktaladı. Şaşkın bizlerin ifadesi, durumu idrak edince sempatiye dönüştü tabii ve dedik aramızda ne tatlı bir garson diye. Sonra da siparişlerimizi verdik.

Soframız yavaş yavaş güzelleşmeye başladı. Önce limonlu vodkalarımızı shot'ladık, antrelerimizi yedik ve büyük bir heyecanla ana yemeklerimizi beklemeye koyulduk. Uğur elinde tabaklarla belirdiğinde gözlerimiz çoktan faltaşına dönmüştü ve servisi yaparken de ağzımızdan salyalar akıyordu. Kanaatimce oradaki en güzel yemek olan "Adbirnaya"yı istemiştim ben. Jambon, peynir ve mantar doldurulmuş pane dana eti. Yazarken bile ağzım sulandı tekrar ki gerçekten yemek övgüyü hakediyordu. Servis devam ederken ilginç birşey oldu. Bayan H.N. enginardan nefret eden birisi olarak, önüne gelen enginar içerikli yemeği görünce duraksadı ve kendisinin bu yemeği sipariş vermediğini nazik bir dille anlatmaya çalıştı Garson Uğur'a. Normal şartlar altında beklenen cevap; kusura bakmayın iken bir anda garsonun kız ile iddialaşmaya başladığına tanık olduk. Adam öyle tutkulu bir şekilde: "Hayır, hayır, siz onu demediniz, hayır, ben ne duyduğumu biliyorum, hayır, yanlışsınız..." diye ateş etti ki susturulduk. Sadece iddiaya giren bir ilkokul çocuğu edasıyla serçe parmağını havaya kaldırmadığı kalmıştı bir. Peki hata olabilir düzeltebilirdiniz ama düzeltmediniz bu da hanenize yazılan eksi bir puan.


Saat 21:30 sularında Gürcü bir bayan ile Kırgız bir Bey misafirlere canlı müzik çalıyorlar. Bay bir piyanistken bayan da vokalistlik yapıyor. Müzik yelpazesi ise çok güzel ve geniş; bir bakıyorsunuz Rus folk şarkıları çalınıp söyleniyor, bir bakıyorsunuz Şecaattin Tanyerli tangoları. Tekrar geçmişe gidiverdim o anda. Tabii vodkam bitince dedim yalnız gitmeyeyim, kadeh beyaz şarap söyleyeyim de o da gelsin benimle diyerek yuvarlamaya başladım kadehleri; 1, 2, 3, 4,... Tatlılar da yenildikten sonra artık hessap isteme vakti gelir ki biz de yavaştan Asmalımescit'e geçelim. Hesap Garson Uğur tarafından Kaşıkçı Elması taşınıyormuşçasına getirilir ve masaya bırakılır. Hesap normal gelmiştir ne az, ne de çok ancak yolunda gitmeyen, doğru gözükmeyen birşeyler vardı. Antreler + yemek + ortaya söylenen tatlılar + vodka kişi başı 70 TL gibi bir tutardayken, içtiğim şarabın kadehi 20 TL'ydi! Hayatım boyunca kadeh şaraba o kadar para verdiğimi bilmem yeryüzünün hiçbir ülkesinde ki şarabı çok sevmeme rağmen. Hani şişe açtırsam neyse fakat kadeh olunca işler değişiyor.


Garson Uğur'a burada sanırım bir yanlışlık var diye sormaya yeltendiğimde bana tokat gibi bir cevap verdi. Yine normalde olması gereken cevabın: "Bir baktırayım hemen" tarzında olması umulurken bana: "Anlaşılan siz hayatınızda daha önce hiç 75 yıllık bir restaurantta yemek yemediniz" dedi. Salak oldum şaşırdım kaldım, ben de aksini söyledim ki gerçekten de Michelin yıldızlı bir yerde de Paris'in eski restaurantlarında da bulunmuşluğum vardır ayıptır söylemesi. Beni orada ezdikten sonra devam etti ve bana kadehte şarap satmadıklarını yalnız eğer rica edilirse insanları kırmamak adına istisnalar yaptıklarını söyledi. Fakat şu var ki bana kimse kadehte şarap vermiyoruz demedi, tamam menüde gerçekten de yoktu kadeh şarap ibaresi ancak birçok yer istenilince getiriyor menüde olsun veya olmasın. Ayrıca bu çok temel bir restaurant kaidesidir ki kadeh şarap HER ZAMAN vardır. Özellikle ısrar etsem cezam neyse çekerim ama "bir kadeh beyaz şarap lütfen" dediğimde verilen cevap sadece basit bir "tamam" idi. Bu da yetmezmiş gibi ve yaptıkları marifetmiş gibi konuşmasını sürdürdü: "Size getirdiğimiz şarap çok özel bir şarap ve ............" diye özelliklerini saymaya başladı. Yahu kardeşim ben bana en özelinizi getirin mi dedim, tamam e hadi de madem gene iyilik yapıyosun sanki rica etmişimcesine bari söyle şunu getiriyoruz şarap olarak diye. Ayrıca ben bu noktada bana yalan söylendiğini düşünüyorum; çünkü hiçbir restaurantta Doluca, Kavaklıdere gibi markalar varken kalkıp da işletmeler kadehte en özel şaraplarını satmazlar. Şarap açıldıktan sonra bozuluyor ve madem bozulacak, kadeh şaraplar bizim düşük fiyatlı şaraplarımız olsun mantığı vardır. Ortadoğu ve Balkanlar'ın en tombul yanaklı ve güleç garsonu Uğur güzel başlayan introduction'ının ardından yaptığı terbiyesizliklerle, edepsizliğiyle, yalancılığıyla güzel başlayan gecemizin içine tükürdü.


Güzel bir mekana ve güzel yemeklere gölge düşüren bu adam, geçmişe doğru yaptığım bu yolculuktan beni apar topar geri döndürdü ve kendimi yeniden 21. yüzyıl sahtekarlığının içinde buldum. İşin en acı kısmı ise adam beni ezerken orada tıkanıp kalmam ve haddini gerektiği gibi bildirememem. Ama tabii ki de bunun altında kalmaya niyetli değildim ve o akşam o masaya bahşiş bırakmayı yasaklattım. Madem böyle bir hırsızlığa kafa yoruyorsunuz, ben de çirkefliğe kafa yorarım... Bu konuda kesinlikle haklı olduğumu düşünüyorum, belki aranızdan bana ucuzcu diyenler çıkabilir ancak söylemeliyim ki aşağılanmak, kandırılmak ve aptal yerine koyulmak en tahammül edemediğim şeylerdir ve her zaman bunlara karşı daha fazlasını da yapmaya hazırım. 75 yıllık tarihi Rejans gözümde bir anda adi ve alalade bir yer hale geldi.




11 Nisan 2009 Cumartesi

Libido vs. Hissiyat

Nefret ediyorum libido güdümlü yaşamaktan ve buna göre hareket etmekten... Bu gece de öğrendiğim derslerden bir tanesi de hormonal faaliyetlerin berbat sonucunda uyanan pişmanlık ve tiksinti hissiyatı. Gündüz aldığım bir invitasyon sonucu bir arkadaşımın rezidansımtırak evindeki bir partiye davet edildim. Sosyal açlık çeken ben bu havadisin verdiği heyecanla hiç tereddütsüz kabul edip kendimi tepsiyle sundum. Aslında sosyal manada pek eksiğim yok formül basit: sahte bir gülümse ve sevecenlik, akabinde gelişen olaylar. Ancak asıl şikayetim yakın ve paylaşımcı çevremin burada olmaması. O yüzden buradaki ilişkilerim çok bir içten pazarlıklı ve yapmacık. Tamamen empathy hedefleyen cinsten.

Akşam 22:00'ye doğru evden çıkıp, son derece muhabbet meraklısı bir taksiciyle Ataşehir'in yolunu tuttum. Destinasyona vardığımda içerideki güruhla tanıştım ve devamında ne yazık ki katılımcılardan bir tanesi zamanında çok beğendiğim hatta ve hatta uzunca bir müddet fantazilerimi süsleyen bir bayandı. İsmi E. olan bu kişiye zamanında ayrı bir ilgim vardı ve her gördüğümde libidom ayrı bir yoğun çalışırdı beyin fonksiyonlarımın hayal gücüme paralel olarak ayrı bir işlevselleşmesiyle. Bu zamana kadar yüzeysel; fakat iyi kötü sık bir muhabbetim olan bu Havva kızının asıl neye benzediğini bu gece öğrenme şerefine nail oldum. Gülermisin, ağlarmısın...

En son bu bayan ile geçen hafta kazara doğumgünü vesilesiyle (gerçekten bilmeden ve istemeden sadece bir consommateur olarak) 360'ta bir araya geldim ve şimdi yeniden karşıma çıkmıştı. Sohbeti ilerletmeliyim derken atılan adımlar birbirini izledi. Fakat o atılan adımlar, dakikalar geçtikçe ve ben onu biraz daha tanıdıkça tersten maratona dönüştü. Bir anda bir tiksinti beynimin en ücra köşelerine doluverdi.

Kızı anlatmak gerekirse kendisinin bir Stepford Wife ve Charlote York (Sex and the City) kırması bir Türk olduğuna kanaat getirdim. "Ben iyi aile kızıyım", "Ben iyi bir terbiye aldım", "Ben ahlak kuralları çerçevesinde yaşarım", "Ben Beyoğlu'na asla gitmem çünkü büyüklerim bana öyle tembihledi" döktürdüğü incilerden bazıları. Aslında kızı liseden beri tanıdığım için bu üstte yazdıklarımın meali: "Ben her daim derslerime çok çalıştığım için bir sosyal hayatım yok. Aslında benim bu zamana kada bir erkek arkadaşım bile olmadı; çünkü bu Türk örf ve adetlerine aykırı... Bu yüzden fazla yargıcı ve şımarık bir kaltak oldum".

En son geçen hafta 360'dan çıkarken; kafam yüksek sesli müziği kaldırmıyor diyen bu bayandan başka birşey beklenilemez üstelik doğumgününde bizlere haydi evlere dağılalım önerisi bile getirdi bu şahıs. Bugün ise tablo yine aynıydı. İnci kolyemi ve bileziğimi takarım. Zaten babam beni çok sever ve onu utandıracak birşey yapmaktan korkarım şımarıklığına ve mutaasıblığına tam gaz devam ediyor. Ancak herşeyi o kadar sahte ve bayağı ki kendimi çoğu zaman Teletubbie'lerle konuşuyormuş gibi hissediyorum. Kızın herşeyi suni ve yapmacık.

Bir de üstüne çok düzgün ayakları yapıp bunları beğeni mevzusuna getirmiyor mu (ben house müzik sevmem) beni benden alıyor... Ayrıca beğeni argumanını sunan bu kızımızın kalkıp da başka insanların beğenilerine laf edip bok atması ise tam bir sakatlama durumu. Sadece beğeniler değil istek ve arzular da şımarıklık vesilesiyle manipülatif bir etki kazanıyor. Örnek: "Bence .... yapmayalım, herkes ...... gitsin çünkü öteki berbat bir yeeeer... Ya da bu akşam olduğu gibi Anadolu Yakası'nda kalan bir arkadaşının yanında konaklayacak olmasına rağmen, partide çok eğlenmekte olan arkadaşını bile eve gitmek fikri üzerine ikna faaliyetlerine girmesi iyice bir çileden çıkardı beni. Bırak kız eğleniyor ne zorluyorsun? Ya evine defıol git ya da, arkadaşının keyifine nazikçe gülümse, isteksiz bile olsan. Sen kimsin be? Son derece yapmacık olan uyduruk herkesle arkadaş olup onlarla iyi vakit geçirmeliyim, kişiler üzerinde etki bırakmalıyım kavramı ise bambaşka bir rezalet.

O kadar pişmanım ki şu salağın peşinde koştuğum zamanı harcadığım için... Senden ve tüm türevlerinden nefret ediyorum .

10 Nisan 2009 Cuma

"Köşesine Büzülmüş Hayattan Korkanlarda, Görecek Göreceksin Kendini"

İstanbul, İstanbul... Başkent'te doğup büyüyen, üstüne son iki yılını yurt dışına geçiren biri olarak İstanbul'a yerleşmek büyük bir hadise doğrusunu söylemek gerekirse. Hatta ürkütücü olduğu bile söylenebilir. Düşünsenize Paris'te bile 2 milyon insan yaşarken kalkıp da 12 milyonluk İstanbul'da bir hayat kurmaya çalışmak ne kadar kolay acaba?

Hayat kurmak bir işiniz olduğu sürece kolay bir mevzu aslında; düzenli bir gelir ve bu gelirin harcandığı kira, yeme-içme masrafları,... Fakat hayat kurmaktan kastımız nedir? Başını sokacak bir yere sahip olmak mı? Ya da her gün işe gitmek için bindiğin deniz otobüsünde aynı koltuğa oturmak mı? Ya da kendine ait bir hayata sahip olmak mı? Bence cevap sonuncusu, kişi her ne kadar kendi ayaklarının üzerinde dursa da fizyolojik ihtiyaçlarını gayet şahane bir biçimde giderse de eksik olan birşeyler daima olur. Bakınız Ralph'in durumuna...

Kendileri son derece rahat olsa da fizyolojik manada, İstanbul'da bakınız nasıl da dımdızlak kalmış ve yalnızığa terk edilmiş. Bu akşam uzun zamandır taciz ettiğim bir arkadaşımla Nişantaşı'nda buluşup akşam yemeği yeme kararı aldım. İşten çıkıp akşam 19:00 sularında Zazie'ye gittim ve arkadaşımı beklemeye karar verdim ki bu arkadaşım da benim gibi Ankarazedelerden. Sohbet şahane muhabbet harikulade fakat tıpkı büyük şair Kenan Doğulu'nun dediği gibi; tutamıyorum zamanı... Tabii zamanı tutamadığım gibi insanları da tutamıyorsunuz. Her ne kadar gönül o gecenin daha da uzayıp gitmesini istese de bu olmuyor ve illa ki birilerinin bir bahanesi çıkıyor. Dolu dolu geçen güzel bir yemeğin (aslında yemeği hiç beğenmedim, akşamın konsepti güzeldi sadece) ardından sohbet muhabbet güzelce devam etti. Sonra vakit geldi ve arkadaşım kalkmak zorunda kaldı; malum ertesi gün erken kalkıp işe gitmesi gerekiyordu. Tabii ben de işe gidecektim; ancak hiç umursamadım. Zaten günde yaklaşık 4 saat uyuduğum göze alınırsa uykusuzluk pek koymuyordu adama.

Arkadaşım masadan kalkınca consommateur hayatıma geri döndüm. Hemen arka masada oturan yakın bir arkadaşımın ve onun eskiden çalıştığı bankadan arkadaşlarının yanına gittim. Korkunç bankacı sohbetlerine bir müddet katlanmak zorunda kaldım, nihayetinde arkadaş hatırı var arada. Son derce sıkıcı geçen sohbetlerin ardından Nişantaşı'ndaki Koridor'a gittik. Adamların sohbetlerinden keyif almasam da kalma ihtiyacı duydum. Malum pek insan tanımıyorum ya ne kadar keyif alsam kardır dedim. Fakat maalesef tam tersi oldu; dostum ve arkadaşları uyumak üzere evlere dağıldılar.

Ben ise arkadaşı olmayan zavallı gariban olarak orda kalıverdim. Tek başıma koridorda ezik gibi dikildim. Arkadaşlarımı istiyorum, dostlarımı istiyorum. Payşabileceğim, dedikodu yapabileceğim birilerine ihtiyacım vardı. Yalnız yeni sayılacağımda edinecek dost pek bulunamıyor. O da işin ayrı bir dramatik boyutu. Alkol fazlası bünyeye dokundu uyku vakti...

7 Nisan 2009 Salı

Lanet Olası Küçük Şımarık Geri Döndü...

Son derece istikrarsız olan blogger hayatıma x. kez yeniden başlama kararı aldım. Aslında bu zamana kadar yazmak isteyip de yazamadığım birçok şey oldu. Bu benim tembelliğimden kaynaklanan birşey değildi, özellikle hayatımın şu son bir senesini mobil olarak yaşayıp, "evim" diyebileceğim bir adresimin hatta ve hatta kendime ait mobilyalarımın bile olmaması tahminimce durumu açıklar vaziyette.


Gündelik hayatta tuttuğum jurnalime gündelik yaklaşık 6-7 sayfa ayırmam, anlatmak istediğim birçok şey olduğuna işaret ediyor. Nitekim klavyenin başına oturup da (notebook kullandığım için aslında teorik olarak klavye benim genital bölgemin üzerinde oturuyor) hissiyatlarımı dillendirme kararı aldım. Detayları ilerleyen günlerde vereceğim, şayet bu sayımızda bu adam şimdi nerede ne yapar hususuna değinmeli.

En son baktım da 28 Aralık 2008 itibariyle protest bir yazı yazmışım şimdi ise ondan fersah fersah öndeyim. Göçebeliğim sonucu İstanbul'a geldim ve burada bir tanıdık vasıtasıyla ünlü ve son derece exclusive kabul edeceğimiz, elektronik aletler üzerine faaliyet gösteren yabancı bir firmanın ithalat departmanında işe başladım. Ayrıca bu firma bir takım yeraltı kaynaklarıyla ve onların ithalat-ihracat işleriyle de ilgileniyor. Ben de gözlerimde parıldayan dolar işaretlerini görmezden gelemedim ve bu madenin operasyonlarına da bulaştım. Eğer entrikalarım ve planlarım işe yararsa kendimi Shangai'de açacağımız ofise yollatma başarısına nail olacağım. Evet gerçekten uzak doğuya gitmek ve orada yaşamak istiyorum. Şirketin sahibiyle fazla yakın ilişkilerimin olması ayrıca zeki ve eğitimli olmam da göz önünde bulundurulursa geleceğim parlak. Evet bir an farkettim ki kurduğum cümle sanki patronun "prison bitch"iymişim hissiyatı uyandırdı.


1 Şubat itibariyle işe başladım ve şimdiden iki ay oldu bile. Çalışma saatleri çok rahat, işin tabiyatı çok keyifli, evime ulaşım çok rahat, parası iyi, vs... İnsan daha başka ne ister ki? Son entry'den bu yana tekrar yaşama tutundum ve farkettim ki insanoğlunun bünyesi burun gibiymiş. Koku bizi rahatsız edebilir ancak zamanla buna ayak uydurup, alışıp, kokuyu almamaya başlıyoruz. İşte bana da aynen öyle oldu, ya da amiyane tabiriyle folloş oldum veya kaşarlandım da diyebiliriz. Tekrar hayata döndüm ve bu sefer gerçekten tadını çıkartıyorum. Hiçbir şey de bunu bozamayacak (tamam askerlik hariç). Hatta öyle ki kimi embesil "corporate slave" şahıslar gibi ev-ofis doğru parçası arasında mümkün mertebe yaşmamaya çalışıyorum. Bunun olmaması için deli gibi mücadele ediyorum. O doğru parçasını; üçgen, dörtgen, beşgen ve diğer geometrik şekillere çevirmeye çalışıyorum elimden geldiği kadarıyla. Cuma, cumartesi zaten asla ama asla evde olunmaz ve en erken 3 gibi eve dönülmeli, pazar günleri brunch ayarında geçip akşamüstüne doğru içki seansına dönüşüyor. Hafta içleriyse ağırlıklı olarak çarşambadan itibaren yemekli geçiyor ve bu canımın istemesiyle alakalı olarak pazartesi veya salıya da sıçrayabiliyor. Ancak prensip olarak pazartesi ve salı günleri genelde vicdan azabı hissediyorum dışarıda olduğum için, ta ki 2 bardak vodka-martini'yi kafaya dikene kadar. Öyle ki bu tempoyla devam edersem bir de bakmışsınız ki Onur Baştürk Jr. veya Time Out İstanbul editörü kıvamında bir tip olabilirim.


Özetle durum kaçınılmaz olan tecavüzden büyük zevk almayı öğrenmemden ibaret. Hatta öyle ki herkesten önce orgazm olup "daha bir dahaaaa" diye bağırıyorum galiba. Kişi ne olursa olsun olaylara, durumlara her ne kadar şikayet edersek edelim rahatlıkla alışabiliyor. Benim durumum bundan ibaret ve bu yazıyla en son bıraktığım yerden şimdi nereye geldiğimi anlatmaya çalıştım. En kısa zamanda ufak serüvenlerimi sapıkça bir tutkuyla afişe edeceğim. Nihayetinde yeni bir hayat yeni bir şehir hatta iki senedir Fransa'da olduğum düşünülürse bıraktığımdan farklı bir ülke, ortam da diyebiliriz. Bakalım kahramanımız Ralphius ne cevizler kıracak... O zamana kadar hoşgeldin İstanbul'a Ralphius, biz de seni bekliyorduk...

29 Aralık 2008 Pazartesi

Depresyondayım Unutuldum, Aldatıldım...

Fransa serüveninin istemeden de olsa sonuna geldim ve memlekete dönüş yaptım... Yahu bir düşününce ne umutlarla, heyecanlarla gitmiştim. Ancak herşeyden önce bu yazının "Ahh ne güzeldi keşke hiç bitmeseydi" kıvamında olduğunu zannetmeyin lütfen. Tabii ki de bitecekti, aksini düşünmek salaklık olurdu. Yalnız üzücü olan feci dercede hayal kırıklığına uğramam. Diploma benim için ikinci planda kalırken asıl maksadım master vesilesiyle orada kalıp iş bulmaktı. Olmadı... Şimdi ise işin üzücü yanı; ne istediğim işi yapabileceğim, ne istediğim firmada çalışabileceğim, ne de yaşamak istediğim şehirlerin birinde yaşayabileceğim. Merak edenlere duyurulur; başvurularımı Louis Vuitton, Channel, Gucci, Vacheron Constantin gibi firmalara yapmıştım, çalışmak istediğim şehirler ise New York, Londra, Paris gibi büyük şehirlerdi. Bu işin merkezi de Avrupa olduğu için, Türkiye'de aynı kalemde iş bulmam neredeyse imkansız. Özetle işsiz bir vaziyette Fransa'ya gelme maksadımın yanına bile yaklaşamadan yuvaya geri dönüş yaptım. Evet, Fifth Avenue Louis Vuitton'dan sonra şimdiki mesleğim Ankara'da ev adamlığı yapmak. Ta ki Nisan'da askere gidip gelene kadar... Ama şunu vurgulamalıyım ki feci hayal kırıklığına uğradım. Yıllardan beri planladığım bu proje ya da idealim diyelim sekteye uğradı.

Eğer yeni bir insanla tanışıyorsam kendimi tanıtmakta kullanacağım etiket artık eskisinden çok farklı ne de olsa bi bok olamayacağıma dair yoğun bir inanç kapladı içimi.

"Merhaba ismim Ralph, 24 yaşındayım ve ev adamıyım. Hobilerim arasında Alişan ve Çağla Şikel'in neşeyle sunduğu ve adeta bir kahkaha tufanı yarattığı "Herşey Dahil"i izlemek, aynı anda "Sabahların Sultanı" ile "Arım Balım Peteğim" arasında zapping yapmak var. Akabinde heyecanla "Deryalı Günler" eşliğinde el hünerlerimi geliştirmek. Bunlara ek olarak "Esra Erol'la İzdivaç" programından kendime eş seçmek. Ben de başvurdum, hala cevap bekliyorum. Kısmetse ben de aradığım kişiyi bulup evleneceğim. Ben okumayı da çok severim; özellikle Güzin Abla'nın köşesini büyük bir heyecanla takip ederim, Hafta Sonu mecmuasını ise asla elimden düşürmem. "Yemekteyiz" programı heyecan seviyemi yükselten bir diğer öğedir. Oradan öğrendiğim tariflerle Ayşe Tüter'e birgün meydan okuyabilecek hale geleceğim. Haaa Ayşe Tüter demişken Esra Ceyhan'ın programı da vazgeçemediklerim arasında. Sevdiğim sanatçılar arasında Ebru Yaşar, Alişan, Mehmet Ali Erbil, Hüsnü Şenlendirici, Hülya Avşar, Sibel Can ve bilimum ortam şarkıcıları var. Akşam olunca ise Popstar Alaturka'da heyecan seline kapılmak ve Binbir Gece'nin hiç bitmeyen heyecanına kendimi kaptırmak var. Evden çıkmıyorum mutasıp bir evadamıyım, en iyi arkadaşım yan komşumuz Şükufe Hanım. Haftada bir gün komşularımla konken oynuyorum."

Hayal kurmaktan, geleceğime dair plan yapmaktan vazgeçtim çünkü istediklerimin hiçbirini elde edemiyorum. Hayal kırıklığından nefret ettiğim için ve de acı verici olduğunu düşündüğüm için gri renkteki hayatımdan siyah-beyaz olanına terfi ettim. Son birkaç aydır gülmüyorum ve gözlerimdeki ışığı kaybettiğimi düşünüyorum. "Sağlık olsun" deme lüksüm yok çünkü yapım buna müsait değil. Hayatı ciddiye alan ve maddiyata önem veren biri olarak, kuyruğumu kıstırıp eve dönüp evadamı olma fikrine alışmakta zorlanıyorum. Herşeyden nefret ediyorum...

9 Ekim 2008 Perşembe

Qui m'aime?

Geçenlerde çok hoşuma giden bir film izledim, ismi ise "Paris Je t'aime". Fransa'yı daha da ziyade Paris'i: " a city for lovers of good dining, lovers of art and love"gibisinden tanımlamalarla anlatan kısa kısa hikayelerle bezeli bir film. Ancak daha çok aşk odaklı bir yapım. Filmi çok severek izledim hatta yetmedi bitince bir kere daha izledim. İzledikçe de düşündüm acaba sıra bana ne zaman gelecek diye. Bu zamana kadar Paris'te yeme içme kısmı, sanatı takdir etme kısmı, mimariye hayran kalma kısmı ve alışveriş kısmı fevkalade gitti. Fakat hala eksik olan bir şey var ki o da aşıklar şehrinin her zaman süprizlerle dolu olduğunun söylenmesi ve buna göre Paris'te her an herşeyin başımıza (olumlu manada aşk, çiçek, böcek) gelebilmesinin muhtemel olduğu. Peki nerede geçenlerde yaklaşık bir hafta Paris'te kaldım ancak tık yok. Hayır anlayamıyorum benim kabahatim mi acaba? Hayat akıp giderken, dünya dönerken ben mi çakılı kalıyorum olduğum yerde?

Az önce okul çıkışlarında "hapy hour (!) "larıyla meşhur olan bir yere gittim. Aslına bakarsanız orada benden başka herkes "happy" idi. Hatta o kadardı ki ortalıkta ayaküstü bir gang bang bile döndü. İnsanların ayakları aşk ile öyle bir yerden kesilmiş ki kızlar bacaklarıyla erkek arkadaşlarını kavramış, üstlerine tırmanmış deli gibi öpüşüyorlar. Birkaç çift aşkını bu şekilde bizlerle paylaşırken geride kalan bir çok sevgili ise biraz daha "softcore" olmayı tercih ederek Fransız öpücükleriyle akşam üstümüze renk kattılar. Mekan biraz ufak ve kalabalık olduğu için doğal olarak ayaktaydık. Ancak öyle bir hissiyata büründüm ki sanki ben bir asırlık çınar onlar da gölgemde öpüşüp koklaşan sevgililer. O kadar sap gibi hissettim ki dedim "ulan kaç zamandır buradasın hala adam gibi birisini bulamadın". Bundan evvel değişim programı çerçevesinde gelen birkaç öğrenciyle hafif yakınlaşmalar oldu ancak ben daha farklı birşey arıyorum. Fantazilerimde nedense Nicole adında beyaz tenli siyah, asimetrik küt saçlı bir kız var. Bir diğer fantezimde ise sapsarı ipek gibi saçları olan bir Charlotte'un hayali var. Nereye girsem, ne yapsam sanki öyle bir kişi varmışçasına sağa sola bakınıyorum. Hormonal seviyesi tavan yapmış averaj bir genç değilim fakat, ne hikmettir bilinmez sanki o olmayan kişilieri tanırmışçasına bir arayış içerisindeyim; belki buradadır diye. Nihayetinde de bulamayınca sonuç genelde hüsranla sonuçlanıyor.
Acaba diyorum fantazilerimizin, hayallerimizin kurbanı mı oluyoruz? Belki hayallerimiz bizlere yaşamak için güç veriyor, uğrunda bir takım şeyler için savaşmak adına fakat bunların gerçekleşmesi genelde güç olduğu için, hayata boyun eğerek elimizdekilerle yetinmeyi mi öğreniyoruz? Eminim her erkeğin hayalidir Adriana Lima'ya benzer bir kızla evlenmek; fakat bunu kaçımız gerçekleştirebilmiş ki? Sonunda dönüp baktığımızda gerçek yüzümüze bir tokat gibi vuruyor ve bir de bakmışız ki sabah yanında uyandığımız kadın saçı başı dağınık, bakımsız, rezalet ve çirkef 90 kilo kiloluk bir selülit abidesi. Hatta bir diğer senaryo ki en acı vericisi budur bence elimizdeki fırsatları sırf kendi arzularımızın peşinde koşmak adına görmezden gelişimiz. Kafamıza koyduğumuzun peşinden giderek ve çoğu zaman gerçekleşmeyecek bir rüyayı yaşayarak. Tüm bunlar olurken de belki de hayatımızın en mutlu anlarını yaşatacak, sevildiğimizi, saygı gördüğümüzü hissettirecek, dünyamızı tersine döndürecek insanları es geçmek. Kim bilir belki de bu sebeple kendimi bu kadar yalnız hissediyorumdur; Nicole'ün ve Charlotte'un hayallerine ve olmayan varlıklarına kendimi fazlasıyla kaptırarak, her an herşeyin olabileceği Paris'in tadını çıkaramıyorumdur. Ne de olsa kafaya koyduk bir kere...

Öyle bir şeye ihtiyacım var ki beni ve hayata karşı olan katı tutumumu tepetaklak aşağı indirsin, gözüm başka birşeyi görmesin. Bu zamana kadar sevgiye fırsat vermedim, uğruna tutkuyla kavga edecek, savaşacak bir şeyim veya bir kimsem olmadı. Şu an deli gibi arzuluyorum ve bunu yaşamak istiyorum. Belki kişisel gelişimim için istiyorum, belki gerçekten özlemini hissettiğim için istiyorum belki de değişiklik olsun diye istiyorum. Nedenini bilmiyorum ama sadece ayaklarımın yerden kesilmesini temenni ediyorum. Paris'in fantazilerimin üstesinden gelmesini ve beni şöyle güzelce bir silkelemesini diliyorum...

18 Eylül 2008 Perşembe

Başkalarının acılarından keyif almak...














"Küçük Kadınlar"ı biliyor musunuz diye bir soru soracak olsam eminim ki birçok insan: "Evet biliyorum Kanal D'de yayınlıyorlar çok güzel bir dizi, ailece beğenerek izliyoruz." gibi bir yaklaşımda bulunacak. Hayır hayır bunu duymak istemiyorum aslında. Kendisi aslında Louisa May Alcott'un 2 parça halinde yayınladığı bir romandır, ki mazisi oldukça eskiye dayanır; 1868-1869. Küçükken annem bana zorla okutturmuştu. Daha sonra ise sinemalara, tabii yıllar evvel, filmi gelmişti Winona Ryder, Kirsten Dunst, Claire Danes, Christian Bale, Trini Alvarado ve Susan Sarandon'ın başarılı oyunculuklarıyla.

Yaz boyu evde otururken ise dizisinin başladığını farkettim, en azından bölüm fragmanları bana onu söylüyordu. Akşamları dışarı çıkmaktan televizyonu takip edemediğim için izleyemedim. Dedim kendi kendime Fransa'ya dönünce yatarken, yemek yerken falan izlerim. Nitekim öyle de oldu zaten, ancak bir farkla; boş zaman aktivitesi olmaktan çıktı ve bir de baktım ki sabahları arka arkaya daha fazla bölüm izlemek adına erkenden kalkıyordum. Ruh hastası olmuştum kendimi bir türlü alamıyordum. Tanrıya şükür ki yeni bir dizi olduğu için 12-13 bölümden daha fazla değildi. Bu sebeple ekran başına kilitleneceğim süre kısıtlı oldu. Yine de ne olursa olsun yemeden, içmeden, heyecanla diziyi izliyordum, her ne kadar dizi kültürüm olmasa dahi.

Bundan ayrı olarak geçenlerde aslı Fransız sinemasına ait olan bir Türk film izledim. Mustafa Altıoklar'ın yönettiği son derece başarılı (en azından Emret Komutanım'a nispeten) bir film olan "Asansör". Filmi sıfırdan anlatacak değilim; ancak kapana kısılan kahramanımız gizli kamerayı farketmeden bir takım cümleler sarfediyordu. Diyordu ki "İzleyin bol bol izleyin hoşunuza gidiyor değil mi başkalarının dertleri, sorunları. Kendinizinkinden korktuğunuz için başkalarının hayatlarını televizyondan dikizliyorsunuz..." gibisinden bir takım şeyler. Bu cümleler aslında tam da benim "Küçük Kadınlar"a takıldığım zamanda bana dank etti.

Dizi tamamen dram ve acı çeken genç kızlar üzerine kurulu. Filmden yaptığım alıntıyla birleştirdikten sonra dedim ki kendi kendime; acaba kendi acılarımdan, kendi hayatımdaki yanlışlardan korktuğum için mi başkalarının acılarını (her ne kadar kurgu olsa da) izlemekten kopamıyorum? Kendimi izlemekten alamıyorum ve her seferinde şimdi ne olacak diye heyecanla bekliyorum, kafamda felaket senaryoları üretiyorum. Çünkü dizide gerçekten çok az iyi şey oluyor. Getirdiğim kanaat ise tam düşündüğüm gibi; beni boşver, bak insanların başına neler neler gelebiliyor iyi ki ben o durumda değilim. Bir nevi bana dokunmayan yılan bin yaşasın dercesine tamamen o kızlara odaklanıp, daha başka neler olacak acaba diyerek vakit geçiriyorum. Yalnız şu var ki benimkisi haline şükretmekten çok daha farklı. Bu daha çok başkalarının dertlerinden yola çıkarak kendini telkin etme vaziyetleri. Fakat şunu açıklığa kavuşturalım diziyi gerçek zannettiğimden değil bu, bilinçsiz bir izleyici değilim. Ziyadesiyle "Bu onlara oluyor bana değil, beni boşver acaba daha başka ne olacak?" merakı sadece. Belki de bir başka teori de şu olabilir; kendi sorunlarımla yüzleşmekten korktuğum için o kızların sorunlarını, nasıl boka sardıklarını görmek istiyorumdur. Laf oyunlarını bir yana bırakacak olursak acaba kendimden ve hayatımdan mı korkuyorum da onu görmezden gelerek diğerlerininkiyle ilgileniyorum diye düşündürüyor insanı...

P.S: Dizideki kaltak hala yüzünden tuvaletime yuva yapmış olan örümceğe Şevkiye ismini verdim. Her tuvalete girdiğimde "Şevkiyeeee kızııım nasılsın bugün?" gibi konuşuyorum kendisiyle. Sanırım çok etkilendim. Psikolojik sorunlarım olduğunu biliyorum ama nedense kendime hala bayılıyorum. Artık nasıl bir egoysa...



16 Eylül 2008 Salı

Felekten çalınan bir tatil

Efendim bir önceki yazımda, ki kendisini yazalı bir hayli zaman oldu, tatil süresince günlük neler yapıp ettiğimin ufak bir özetini anlatmıştım. O tarihten itibaren yaptığım çok çılgın ve aşırıya kaçan bir durum olmasa dahi yine de biraz daha devam etmek istiyorum. Tamamen tembellik ve baba parası yemeye yönelik bir tatil yaptım. Tabii tatil yaptım derken burada Haziran ayında başlayıp Eylül'e kadar süren istirahat vaktinden bahsetmiyorum.


O yazıdan sonra şehirden uzaklaşmak maksadıyla şöyle bir Bodrum'a gideyim dedim. Gerçi kişisel tercihlerim arasında genellikle Çeşme'yi Bodrum'un üzerinde tutmuşumdur her zaman. Nitekim Bodrum her ne kadar bir zamanların güzide beldesi, rahmetli Zeki Müren'in son günlerini geçirdiği müstesna yarımada ve Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in sürgün yeri olup ona muhteşem bir ilham verse de günümüzde oldukça leş bir vaziyette. Son derece ucuzlaştı ve ayağa düştü, üstelik nefret ettiğim yerlerden bir türlü kopamamak gibi bir huyum olduğu için kendimi son 6 senedir olduğu gibi yine kalabalık ve şımarık bir arkadaş grubuyla Bodrum'da buldum.

Konaklamak için geçtiğimiz yıllarda Türkbükü'nü tercih ederdik bu sefer rezervasyonda biraz geç kaldığımız için Gündoğan'ı kendimize üs olarak seçtik. Orada bir arkadaşımın yazlığına kapağı attım, Tanrım para vermeden konaklamaya bayılıyorum! Ola Mare (belki birleşik hatırlamıyorum) adlı sitede kaldım. Her ne kadar ismi Çeşme'deki Sole Mare adlı beach'i anımsatsa da beklentilerimin aksine oldukça başarılı bir yerdi. Son derece modern ve lüks villalardan oluşan bir site, hatta o kadar güzel evler vardı ki ağzımın suyu çenemden akacaktı. Çok güzel yeşillik bir alanın ilerisinde yer alan havuz, çevresinde armut koltuklar ve az ilerde deniz. Gerçi denizi pek tatmin etmedi beni, her neyse... Gündoğan'ın hoşuma giden yanı ise bulunduğu yerdi. Nihayetinde Hekimköy üzerinden Türkbükü yakın sayılırdı. Yalıkavak'da aynı şekilde. Gündüzleri Ole Mare'den denize girmek yerine geleneksel Türkbükü beach'lerine gitme seansı tekrarlandı. Bu sene Türkbükü bir hayli değişmiş özellikle köprünün "halk" tarafındaki iskelelerin yıkılmasıyla tuhaf bir görünüm almış. Gözüm bunca zamandır alışkın olmadığı için hafiften yadırgadım. "Öteki" yaka ise değişime karşı duramamış. Bundan birkaç sene evvel azıp eğlendiğimiz yerlerden biri olan Mio'nun yerinde yeller esiyordu. Fakat çok şükür ki her derde deva Maki Otel'in ve Maça Kızı'nın iskeleleri dimdik ayaktaydı, üstelik yeni açılan Lola'da bizlere uzaktan "gel gel" yapıyordu. Bunlara ilave olarak yılların değişmezi Bianca'da es geçilmemeli. Tabii eski adıyla Havana. Rutin olarak öğlen iki gibi kalkılır kahvaltı yemek artık ne varsa yenilir ve doğrudan soluklar bu beach'lerin birinde alınır. Tabii beach denilince akla "The Beach" filmindeki gibi turkuaz sular ve muazzam bir doğa gelmesin. Tahta iskeleler, şezlonglar, pek fena olmayan yemekler, bir sürü yat-tekne, ukala garsonlar, güzel fakat ruh hastalığı yaratacak derecede pahalı içecekler ve, ki bence en önemlisi, happy hour partileri. Akşam olduktan sonra şezlonglar katlanır desk ve localar ortaya çıkar. Kimi zaman perküsyon eşliğinde, kimi zaman ünlü bir şarkıcının vokaliyle bangır bangır müzikle azıp eğlenmek tepinmek en keyif aldığım aktivitelerden birisidir. Hele ki daha henüz gündüzken buz gibi rosé şarapla açılışı yapmak partilerde daha çok eğlenmeye sebebiyet veriyor. Yine de geçtiğimiz yıllara kıyasla eğlence de pek içler açıcı değil. Salaklaşmış Türkbükü... Çeşme'leşip sadece haftasonları keyif veriyor adama. Ne de olsa millet haftasonu kaçıp tatile gelebiliyor. Fakat kim ne derse desin Bianca'nın akşam üstü partileri bir harika (Cumartesileri). 18:00' de başlıyor ne yazık ki ve de ne aptalcadır ki 20:00'de bitiyor. Yine perküsyoncular, vokaller çıkıyor. Hatta bu sefer yabancı olduğunu düşündüğüm bir vokal Idacorr'un "Let me think about it" şarkısıyla beni benden aldı. Hakkaten ben de şöyle bir düşündüm kafamda o hoş bayanı "fantasize" ettim. Tamam belki çok güzel değil ama hoşuma gitti (resimdeki yüksekte duran siyahlı kız). Mekanın yaş ortalamasıysa diğer Türkbükü mekanlarına göre (Bianca Gölköy'de) daha yüksekti. Bunu olumlu manada söyledim. Fakat önceden de dediğim gibi 2 saat çok kısa bir zaman eğlenmek için nitekim Mykonos'tayken gece gündüz kavramı yoktu ki Cavo Paradiso'dayken güneş doğar havuzun çevresinde aza aza eğlenmeye devam ederdik.

Efendim bunlar gündüz attraksiyonları geceleri ise Türkbükü pek matah olmuyor, lakin elbette ki matah fakat şansa bağlı olarak. Mesela Ship A Hoy kimi geceler çok güzel olurken, kimi geceler berbat oluyor. Ben ki müzik manyağı bir insan olarak çoğu zaman anlam veremiyorum DJ'e. Diyorum ne yapıyor bu? Yakışmadı... Onun hemen yanındaki Mavi'de ise çok güzel canlı müzik yapıyorlar latin-jazz diyelim ortada buluşalım. Sakin bir gece geçirmek (sakinden kastım azıp bitkin düşmeden) için çok ideal bir yer aynı şekilde Yalıkavak Marina'da öyle. Orada da Buena Vista Social Club ezgileriyle müzik orgazmına doyuyorduk. Kimi geceler ise yine Bianca'da eventler düzenleniyor bu sene katıldıklarımdan birisi Serdar Ortaç konseriydi. O zibidiye çok gülünç bir para ödediğim için kendimden bu sefer nefret ediyorum. Evet bu sefer istediğiniz eleştiriyi yapın, küfredin. O gece şunu fark ettim ki adamın şarkıları hep aynı; yani çalan her farklı şarkıyı aynı şarkı sanıyordum. Bana kalsa o akşam sadece "Şeytan diyoooor ki..." den ibaretti. Iyk... Bir diğer favori gece mekanımız da Fink'di gerçi bunun için görmemiş insanlar olarak arazi araçlarımıza atlayıp Bodrum'un yolunu tutuyorduk ve de oldukça uzun bir süre yol katediyorduk. Zaten 1,5 şeritlik Bodrum yollarında o kazuletle 1,25'lik alan kaplayarak ilerlemek ve karşıdan gelen araçların altımıza girmemek adına kaçmalarını izlemek ayrı bir zevk ve korku vesilesi. İkisini birden yaşamaya bayılıyorum. Bodrum'a biraz erken saatte gidip yemeklerimizi yedikten sonra geçmiş senelerde yapmadığımız bir aktivite olan 3 YTL'ye (ya da 3,5 YTL) tekila içme seanslarını başlattık en aşşağı 6 shot içerek (ki iğrenirim tekiladan) kendimize geliveririz şöyle bir ki daha sonra ki adres olan Fink güzel geçsin. Sonra da Körfez ve Adamik adlı bunca yıl bana satanistlerin uğrak yeri olduğunu düşündürten yerlere gider bir kaç bira içeriz (ki ben asla bira içmezdim o da oldu). Ama çok sevdiğimi itiraf etmeliyim... Artık vakti gelince Fink'e gidilir, yüzsüz ve yılışık garsonlar sağolsun yerimiz hazırdır. Bu sefer Fink'i geçtiğimiz yıllara göre daha çok sevdim çünkü hem müzik anlayışları bence daha güzel olmuş hem de locaları daha bir izole yapmışlar. Gerçi belki eskiden de öyleydi ama yanılıyor olabilirim. Artık daha yüksek ve demir korkuluklarla çevrili, çok hafif balkonumsu. Hiç alt tarafla alakan ilgin yok yukarda tamamen kendi eğlencende, keyfindesin. Orda da baya bir eğlenip, azıp, yiyip, içip sıçtıktan sonra, hesap bir tarafımıza kaçtıktan sonra, eğer hala açıksa Körfez'e bir daha gidilir ve son biralar içilir. Tabii bunlar gece 3:30'dan sonra olmak suretiyle gerçekleşmeli. Aksi halde kafalar henüz iyi olmadıysa house müzikten sonra rock bir fena kaçıyor. Deniz-güneş-sahil tatili bu şekilde yeme-içme-sıçma üçgeninde gerçekleşti. Çok güzeldi, çok eğlendim, her kuruşuna da değdi. Fakat tek kötü yanı babam kredi kartımı kapattırdı. Ancak dediğim gibi her anı çok güzeldi uzun bir aradan sonra dostlarımla felekten bir "tatil" çaldım. Maalesef şimdi ise grip olmuş bir vaziyette Fransa'da boktan bir hava eşliğinde bu yazıyı yazıyorum. Hala burnumda tütüyor ne yalan söyleyeyim...

3 Temmuz 2008 Perşembe

Ralph'in 3 Ayı

Aslında yazacak birçok şey olmasına rağmen tembellikten sıyrılıp da bir türlü oturup da yazı yazamıyorum. Gerçi bir de dolu dolu geçen zamandan fırsat bulamıyorum. Dolu dolu dediysek çok elle tutulur gözle görülür birşey yaptığımdan değil. Sadece deli gibi gezip tozmaktan, yiyip içip sıçmaktan, Playstation ve pokerden vakit bulamıyorum. Ne kadar yoğunum öyle değil mi?



Aslında keyifli gibi görünse de nedense hiçbir şeyden tatmin olamıyorum, keyif alamıyorum Türkiye'ye geldiğimden beri. Öğlen 14:00 - 15:00 sularında uyanıp televizyonda ne kadar izdivaç programı varsa acıyan gözlerle izliyorum. İğrenç kabul ediyorum fakat saçma sapan insanların evlenmek için ekrana çıkmaları halime şükrettirdiği için bundan büyük haz alıyorum. Neyse efendim akşama kadar abuk subuk oyalanıp arkadaşlarımın işten çıkmalarını bekliyorum. Malumunuz hala öğrenci statüsünde olduğum için iş gücüne henüz dahil olmadım. Bu sebeple "ev kızı" mesleğinin(!) erkek versiyonunu yaşamaktayım. Neyse işten gelirler dışarı çıkarız, bir süredir uzak kaldığım için Türkiye'den, nerede ne var teker teker gezerek keşfederiz. Özellikle 30 yaş üstü güzel ve kaliteli insanların gittiği barları tercih etmekteyiz. Şayet buralar daha nezih olmakla beraber, ortamın seviyesi de hayli yüksek. Bu kesinlikle bir artıdır. Akşam üstü içkileri içilir, sohbetler edilir. Fakat ne yazık ki ben uzak olduğum için, onlar çalıştığı için artık pek ortak paydada buluşamıyoryuz. Sadece günü kurtarmaya yönelik disposable insanlar olarak görüyorum onları. İşin acı kısmı ise bunlar benim Fransa'ya gitmeden evvel ki en yakın dostlarımdı, hatta dosttan da öte kardeşlerim olarak düşünürdüm. 1 sene içerisinde ilişkilerimize ne kadar farklı bakmaya başlamışım meğer. Sakın bana: "Demek gerçek dostluk değilmiş bu seninki..." gibisinden bilip bilmeden atılıp tutulan yaklaşımlarda bulunmayın. Neyse aperatiflerden sonra yemeğe oturulur iyi kötü konuşuruz, sohbet ederiz. Sonrasında ise ben aralarından ayrılırım. Çünkü biliyorum ki akşamın sonlarına doğru birileri çıkıp: "Yarın 07:00'de kalkmamız gerekiyor, iş var" diyecek. Sevmiyorum kardeşim başkalarının benden önce davranmasını. Onun yerine ben demeliyim kalkmamız gerektiğini. Bilmiyorum, nedense başkalarının bunu söylemesi kendimi salak hissettiriyor. Hayır kompleksli değilim, kontrol manyağıyım sadece.


Efendime söyleyeyim ekmek kavgasındaki gençleri evlerine postaladıktan sonra benim için ikinci round başlar. Bu sefer bir baltaya sap olamayacak gençlerle buluşurum. Akşam için yapılacak üç alternatif plan vardır. Birincisi gece olunca kendini bir kulübe atmak, ikincisi Playstation 3'te turnuva yapmak ve sonuncusu ise poker oynamak. Tabii ki de ortada bahis dönmeli yoksa fındık fıstıkla oynayınca işin keyfi çıkmıyor. Kumara neden batak dediklerini şimdi daha iyi anlıyorum, çünkü oynadıkça insanlar daha da hırslanıyor ve de meblağ giderek artıyor. Başlarda çift basamaklı sayılarla oynanırken artık üç basamaklı sayılar dönmeye başladı. Sonumuz umarım hayırlı olur, gerçi kumarın nesi hayırlıysa artık... Hani vardır ya insanların hayatı boyunca kaçınması gereken ve de ağızlara sakız olmuş bir takım öğeler: kadın, içki, sigara, kumar vs... gibi. Bunların yüzde 90'ı hayatımın içersine geri dönmüş vaziyette. Şükür ki kadınlardan uzak durmayı başarabiliyorum. Ne yalan söyleyeyim kadınların, içkiden ve kumardan daha tehlikeli olduğuna inanıyorum. Her neyse sabaha karşı beş altı sularında eve dönüp günlük uyku ihtiyacımı gidermek suretiyle başımı yastığa koyarak derin bir uykuya dalıyorum. Ertesi gün ise yine aynı rutin...

Tüm bunların yanında en güzeli de ne biliyor musunuz? Elimi attığı her işte ve de sorumluluklarımın olduğu her konuda gayette başarılıyım. Tamam belki leş bir hayatım var fakat bir öğrenci olarak mesuliyetimi ziyadesiyle güzel bir şekilde yerine getiriyorum. Geçen de notlarım açıklandı ve her bir dersi gayet iyi bir notla geçmişim. Doğrusu ben bile beklemiyordum bu kadar iyi notlar alacağımı. Sonuç olarak tatildeyim, dinlenmeyi kafamı dağıtmayı, hayatın tadını çıkarmayı hakediyorum. Öte yandan dürüst olmak gerekirse Fransa'yı özledim. Bir an evvel de dönmek istiyorum. Tabii evvelinde Çeşme'de güzel bir tatil yapıp zevk-i sefa içerisinde bir kez daha yaşadığımı hissettmek istiyorum. Sonra ne olur göreceğiz...

1 Haziran 2008 Pazar

Adak

GİRİŞ: Bu blog hayatımdan gelip geçen bütün insanlara adanmıştır. Hayatın ve hayatın bizden beklentilerinin sonucu bitmesi gereken tüm dostluklara. Yolunuz açık olsun...

Babalar evlatlarını çok sevse de göstermezlermiş sevgilerini. Evlatlar ise hep derlermiş kendi kendilerine babam beni hiç sevmiyor diye. Aslında ortada büyük bir yanılgı var, bir yanlış var... Her ne kadar bir baba olmasam da sevdiğim insanlara karşı yaklaşımım hayatım boyunca bir babanın sevgisini andırıyor. Uzaktan fakat içten içe sevip bunu dışarıya belli etmeden...

Bu sabah benim için son derece önemli iki insan ülkelerine geri döndü. Kendilerini tanıma şerefine Ocak ayında nail oldum ve inanın bana bundan çok keyif aldım. Hatta o kadar keyif aldım ki varlıklarından, dostluklarından, başka hiç kimseyle arkadaşlık etme ihtiyacı bile duymadan son derece güzel bir dönem geçirdim. Birçok gerekli gereksiz şeyi paylaştık fakat şu bir gerçek ki aslında daha yeni başlamıştık ve daha yapılacak, konuşulacak çok şey vardı. Ülkemi bırakıp Fransa'ya geldiğim zaman bana eskiyi, ülkemi, ailemi, arkadaşlarımı, hayatımı hatırlatan iki nadide insandı onlar. Şimdi artık evlerine döndüler ve de gerçekçi bir insan olduğum için biliyorum ki onları hayatımın geri kalan günlerinde toplasan bir ya da iki kere göreceğim, belk, de hiç. En azından kendimi ve de tecrübelerimi bildiğim için bunu bu kadar kolay söyleyebiliyorum. Doğruyu söylemek gerekirse onları özleyeceğim hem de çok. Hatta şimdiden bile kendimi ıssız bir adaya düşmüş gibi hissediyorum. Koyu ve karanlık bir Lille sabahına uyandım ve de sokaktaki herkes bana o kadar yabancı geldi ki, sığınacak bir liman aradım. Fakat şunu fark ettim ki her güzel şey gibi bu da sona ermişti ve o kişiler sevdiklerinin yanlarına döndü. Ben ise kalakalmıştım. İşte o zaman dedim ki insan elindekinin değerini kaybettiği zaman anlarmış...

Başlarken demiştim babalar eksik gösterir sevgilerini aslında çocuklarını çok sevse de. Her ne kadar prensipte bu böyle olsa da insan sonradan idrak ediyor aslında birlikteliğin ne kadar güzel olduğunu ve her anın ne kadar kıymetli olduğunu. Hayatım boyunca hiç kimseye, ailem de dahil, seni seviyorum demedim. Hiç kimseye en yakınlarıma dahi sevgimi mevcut olsa bile göstermedim. Bunun ne kadar yanlış olduğunu bugün bir kez daha anlamış durumdayım. Yeri geldi o insanlara haksızlık ettim, yeri geldi zalimce davrandım ancak kıymetlerini gidince anladım. Ne kadar yanlış, ne kadar kötü. Aslında bu bende kalıplaşmış birşey sadece onlara yönelik değil herkese karşı bu böyle. Hiç kimseye hak ettiği değeri vermiyorum ve onlara aksini düşünsem de kötü davranıyorum. Meğerse insanlara söylemek isteyip de söyleyemediğim ne kadar çok şey varmış. Herkese, sırf dostlarıma değil, aileme bile... Gerçeklerin insanın yüzüne tokat gibi vurması çok acı birşey. Düşününce o insanların sohbetinin, eğlencesinin, varlığının bir daha geri gelmeyeceğini insan bir kötü oluyor. Özlem duyulacak çok şey ortaya çıkıyor; pazar kahveleri, rastgele şehir turları, dedikodular ve daha birçok şey. Hatta o iğrenç kediyi ve sevmediğim bir bara gitmeyi bile özleyeceğim.

Eğer sizleri isteyerek veya istemeden kırdıysam özür dilerim. Bundan sonraki hayatlarınızda sizlere başarılar dilerim. Umarım hayatta herşey dilediğiniz gibi olur sizleri, herkesi tanımak çok güzeldi. Hayat o kadar ilginç tesadüflerle doludur ki karşıma sizleri çıkardı. Kimbilir daha neler olacak, kimler gelecek ve geçecek. Ben her zaman aynı yerde olacağım ve birçok insanı kendi hayatımda iyi kötü ağırlamaya devam edeceğim. Sizlerin ayrılma vakti geldi ve kendi gerçeğinize dönüyorsunuz. Ben ise yoluma devam etmeliyim...

Kendimi çok zayıf ve güçsüz hissediyorum... Bu zamana kadar yaşadığım birçok olumlu, olumsuz olaydan ötürü duygularımı öldürmeye karar verdim. Küçükken bireysel olarak veya aile olarak başımıza gelen birçok olaydan fazlasıyla etkilendim. Çok ağlak bir çocuktum, hemen üzülür ağlardım; fakat şunu fark ettim hayat hiç kimseye adil davranmıyor ve nihayetinde olan bana oluyor. Duygularımı öldürmeye karar verdim, insanlığımın yarısını bırakmaya karar verdim böylece hayatı daha rahat göğüsleyebilecektim. Olumludan olumsuz bir birey yarattım, sevgimi nefrete çevirdim. Hele nefret en sevdiğim his oluverdi. Nefret ile ayakta kaldım, nefret ile kendimi ayakta tuttum. O beni değil ben onu kontrol etmeliydim. Bana ne çarparsa geri tepmeliydi. Yıpranmamalıydım, üzülmemeliydim. Ancak görünen o ki bunu tam anlamıyla başaramamışım.

Bu ufak veda bile aslında beni ne kadar etkilemiş. Bu zamana kadar öldürme işini çok iyi başarmışım fakat tam anlamıyla halledememişim. Bu sebep itibariyle bu dostlarıma ayrı teşekkür ederim zayıf bir noktamı ortaya çıkardıkları için. Kendimi bilmeme yardımcı oldukları için. Hayata karşı gaddar tutumuma devam edebilmem için "özlem" adı verilen duygularımdan da kurtulabilmeliydim. Hiç kimseye ihtiyacım olmadan, kimseyi özlemeden hayatıma devam edip ideallerimin peşinde koşabilmeliyim. Duygusal olmak zayıflıktır, açık hedeftir. Bunlardan kurtulmalıyım ki hiçbir şey bana zarar veremesin, hatta aksine ben zarar verebileyim.

Her ne olursa olsun sizleri sevdim, hayatımda güzel bir döneme imza attınız. Sizlerin de dediği gibi "bir dönemdi" kapandı gitti bitti. Şimdi artık ileriye bakmak gerek, tanıştığımıza çok memnun oldum. Hayatta herşeyin dilediğiniz gibi olması dileğiyle, sizlere mutluluklar dilerim...

Bitirirken girişte de dediğim gibi hayatımdan yüzlerce hatta belki de binlerce insan geçti. Her ne kadar klişe olsa da ifade ettiklerinden ötürü bu şarkı hepinize gelsin, her biriniz ayrı bir özeldiniz...

30 Mayıs 2008 Cuma

Wannabe'ler: Komik ama Acıklı

İngilizce'de kullanmaktan çok haz aldığım kelimelerden bir tanesi "wannabe"dir. İlla ki Türkçe olsun diyorsanız buna "özenti" diyebiliriz. Buradan da anlaşılacağı gibi bu blog'un konusu wannabe'lik olacak. Her ne kadar ajandamda yazmak isteyip de yazamadığım (vakit, tembellik, vazife) birçok konu olsa da bu akşam dikkatimi çeken iki husus wannabe'ler üzerine yazmayı tetikledi beni.



Efendim ilk husus bugün gitmiş olduğum bir sinema filminden kaynaklanıyor; Sex and the City... Kendisi gerçekten hayranı olduğum bir televizyon dizisidir. Hatta o kadar çok severim ki bir kez izlemeye doyamayıp, seri bittikçe tekrar tekrar rutin bir şekilde izlerim. Bugün de hiç planlamadığım bir anda filmine giderek akşamıma neşe katmıştır kendileri. Güzeldi fakat dizisinden sonra film fikri beni biraz korkuttu. Nitekim bakınız Asmalı Konak hadisesi. Her ne kadar diziyi bilmesem de filminin, dizi seyircisi tarafından iğrenç bulunduğu kulağıma geldi. Neyse konu bu değil. Mevzuya geri dönecek olursak bahse girerim bu film çevremizdeki wannabe insan topluluklarını tetikleyecek nitelikte. Sex and the City zaten dizi olarak izleyicisine bambaşka bir dünya ve de bambaşka hayatlar sunan bir diziydi. Hali vakti yerinde kadınlar, dünyanın başkenti denilebilecek bir şehir olan New York'ta, para pul kaygısı olmadan, en güzel kıyafetleri giyerek, en şahane restaurantlara barlara giderek hayatlarını yaşıyorlar. Bu sırada da gerçek aşkı arıyorlar. Dizide sunulanlar o kadar güzel ki her birey ister istemez o dünyanın bir parçası olmayı arzuluyor. Üstelik bu dizi o kadar popüler olmuştur ki ülkemizde "Metropol Işıkları" (yanlış olabilir adı) ve de "Omuz Omuza" gibisinden diziler olarak veya epilasyon makinası reklamlarında benzer konseptte karşımıza çıkmıştır.

Dizi sona erdi, şimdi filmiyle karşı karşıyayız. Yakın zamanda insanların hayatlarında ve tarzlarında ciddi değişikliklere tanık olacağız bu da tamamen wannabe'likten kaynaklanacak. Manhattan'lı dört kadının hayat tarzlarına o kadar imrenecekler ki onlarınkiyle aynı kıyafetler giyilmeye çalışılacak (satın alma gücü buna bir nebze mani olacak), aynı tarz konuşmalar olacak, aynı tip restaurantlara gidilecek, aynı içkiler içilecek (Cosmopolitan). Özellikle bu etki daha çok genç kızlarımızda görülecek. 15 yaşındaki küçük ablalar 35 yaşında görünecekler (evet kabul ediyorum bir erkek olarak bazı fantezilerimi süslüyor). Aşırı makyaj yaparak aramızda geyşa gibi gezincekler, oysa bilmezler ki hafif makyajın ne kadar başarılı olduğunu. Nitekim dün Lafayet'te Jelatin'e mezuniyet kıyafeti bakarken bu konuda ısrarlı ve şiddetli bir konuşma yapmışlığım da vardır.

Efendim gelelim ikinci hususa. Sinemaya beraber gittiğim arkadaşlarımdan Fransız olanının giydiği t-shirt'e kafam fena takılmış durumda. Çocuk üzerinde devasa "Guess by Marciano" yazan bir t-shirt giymişti. Marciano Guess'in tasarımını yapan modacının adı aslında, fakat giydiği kıyafet bana bunu neden anlatmak zorunda? Eyvallah yeni sezon ürünü Marciano ürünleri yeni sayılır Guess kolleksiyonunda) fakat giyim-kuşamda en karşı olduğum şeylerden bir tanesi üzerinde hangi markaya ait olduğunu belli eden ibareler. Resmen karşıdaki insanın gözüne gözüne sokmak için, aklınca hava atmak için ve de markanın reklamını yapmak için tasarlanmış kıyafetlerdir. İnanın o hatayı liseye yeni başladığımda tasarımcı kıyafetleriyle yeni yeni tanışmaya başladığımda Donna Karan'dan aldığım iki t-shirt ile ilk ve son kez yapmışımdır. Ondan sonraki seçimler bağırmayan, sadece çizgisiyle ve kalitesiyle kendini gösteren tasarımlar olmuştur. Üstüne üstlük bırakın markanın adının yazmasını, birçok zaman kendim bile dile getirmem tasarımcı markası olduğunu. Bu nedenle siz siz olun üzerinde adı yazan hiçbir kıyafeti almayın. Eğer alışveriş bilginiz biraz olsun varsa şunu da bilirsiniz ki bu tarz; DKNY, Guess, Armani yazan kıyafetler genelde markaların alt segmentlerine ait olup asıl kollesiyondan çok daha ucuza satılmaktadır. Sırf marka giymiş olmaktansa hiç giymeyin daha iyi. İşte bu wannabe'likten öteye asla gitmez, gidemez. Hele bu akşam çocuğun giydiği ceket (blazer olamayacak kadar şık ve ciddi bir kesim) ve de altındaki Puma spor ayakkabıların çizdiği resim tamamen altı kaval üstü şişhane durumuna zemin hazırlıyordu. İçine giydiği t-shirt ile sigortalarım attı. Tanrım bilinçsizlik ve zevksizlik korkunç bir şey.


Sex and the City ile yakında çevremizde bunun gibi "marka giymiş olmak için giymek" durumlarıyla sıklıkla karşılaşacağız. İşin acı kısmı ise birçok kişi bırakın bağıran t-shirtler giymeyi, fasonlarla çevremizi saracaklar. Ne yazık ki ülkemizde bu çok yaygın olduğu için içim ayrı bir sızlamakta. Hem tasarımcıya, hem de orjinal ürün alıcısına ayrı bir haksızlık ediliyor. Haa aranızdan muhakak birileri çıkıp diyecek: "Salak mıyım ben de ona o kadar para vereceğim?" diye. Verirsiniz veya veremezsiniz fakat şunu bilin ki aynı şekilde tatmin olmazsınız, aynı kaliteyi bulamazsınız ve de adınız sahteciye çıkar. Unutmamak gerek ki moda ve markalar kişinin kendisinin ve de zevklerinin bir ifadesidir, bir nevi kimliktir. Doğruyu söylemek gerekirse sahteciler yüzünden hakiki alıcıya da potansiyel sahteci gözüyle bakılıyor. Eğer sizin için Louis Vuitton'un kendisi değil de taklidinin aynı hizmeti sunması önemliyse, kimse kusura bakmasın ama Migros poşeti de aynı vazifeyi görebilir. Orjinali ile sahtesi hiçbir şekilde aynı değildir. Her neyse eğer bayansanız Cosmopolitan, Vogue, Elle, şayet erkek iseniz GQ, Vogue Homme gibi dergilere başvurun. Böylece moda kurbanı olmazsınız ve de neyin ne olduğu ile ilgili bir fikir sahibi olursunuz. Wannabe olmayın, ne istediğinizi bilin. Böylece özgün zevkinizle kendinize laf getirtip komik duruma düşmezsiniz, fakat tarzınızı yaratırsınız.
P.S: Resimdeki Guess t-shit'ü nispeten iyi olup sırf resim olsun maksadıyla konulmuştur. Ayrıca bu yazı yazılırıken dostlarım tenzih edilmiştir.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Hayat Müşterektir (!)

Geçende gördüğüm ufak bir manzarayı paylaşmak istiyorum. Her ne kadar uzun uzun döşediğim yazılarım olsa da bu seferkini kısa tutacağım. Gördüğüm enstantane bir kez daha bekar hayatın neden güzel olduğunu anlamama yardımcı oldu.

Sokakta biraz fazla hızlı yürüdüğüm için bir sürü insanı geçerim. Şans budur ki önümde dört kişi vardı ve onları da geçmem gerekiyordu. Şöyle bir bakış attım ve de boşlukları kestirip kendi çapımda yayan makasa girecektim ki o dört kişiyi de şöyle bir süzüverdim. Bu kişiler çiftler, ancak bu çiftler birbirlerinden bağımsız olarak sokakta yürüyorlar, yani belli ki birbirlerini tanımıyorlar. Çift no.1 genç bir anne ve de genç bir babadan oluşuyor. Yolda yürürlerken aynı zamanda bebek arabasındaki çocuklarını gezdiriyorlar. Çift no.2 yaşlı bir amca ve de yaşlı bir teyze hava almaya çıkmışlar. Teyze çok yaşlı olduğu için tekerlekli sandalyede, amca ise onu dolaştırıyor. Evet çıkarılacak derse gelecek olursak; yaşınız kaç olursa olsun ilişkilere başlayınca bir takım sorumluluklar da başlıyor ve başkaları sizlere ayakbağı oluyor. Çift no.1'de baba, bebek arabasını itiyor ve çift no.2'de amca, teyzeyi tekerlekli sandalyede itiyor. Zaman geçse dahi birlikteliklerde erkekler her zaman birilerini itiyor, çekiyor, taşıyor, başkalarının sorumluluğunu alıyor. Başkalarından ötürü ne yazık ki kendinize zaman kalamayabiliyor ve hayatın sefasını özgürce süremiyorsunuz.

Sanırım kimsenin bana ayakbağı olmasını istemediğim için daha çok uzun bir süre bekar kalmayı tercih edeceğim. Tabii belli bir zamandan sonra çocuk yapıp onları iğrenç emellerime ulaşabilmem için kendime yardımcı tayin edeceğim, küçük kurmaylarım olacaklar. Yoksa evlilik, düğün, dernek falan hak getire. Hiç elalemin kızını mutlu etmek için kasamam kendimi. Efendim duyamıyorum daha yüksek sesle alayım, şimdi hep beraber: "Allah belanı versin Ralph!".

6 Mayıs 2008 Salı

Lanet Bir Bahar Fantezisi

Bahar aylarını sevmekle beraber aynı zamanda hep bir nefret etmişliğim vardır. Tamam herşey iyi güzel doğa uyanıyor, havalar ısınıyor; öte yandan insanın içinde bir takım kıpırdanmalar oluyor, kanı kaynıyor. Lanet olsun ki tıpkı Sezen Aksu'nun da dediği gibi ne hikmetse "Ben her bahar aşık olurum", düzeltiyorum aşık olmaya meğilli olurum, ne de olsa o kadar yoğun duygular yaşamam kolay kolay. Artık feromon algılarım mı değişiyor, yoksa sağda solda sevişen tiplerden mi etkileniyorum bilinmez ama feci derecede değişime uğruyorum. Biliyorum ki bu ben değilim... İlişkilerime (başarısız) şöyle bir bakınca farkettim ki genelde baharla beraber başlar ve de baharın bitişiyle, hatta daha da evvel, sona erer. Beceremiyorum, yapamıyorum, ama kabahat benim. Dediğim gibi baharla ben de uyanırım ama sonunda hep kıçımın üstüne otururum. Bu durumu görsel olarak anlatabilmem adına Bridget Jones: The Edge of Reason'ın başlangıç sahnesi sanırım yeterli olacaktır. Herşey Julie Andrews'un "The Hills are Alive with the Sound of Music" diye çemkirip bayırda çimende koşturmasıyla başlar. Bridget Jones'da bu durumdan etkilenir ve Mark Darcy'sine benzer bir şekilde koşar. Ben de aslında farkında olmadan aynı fanteziyi kurarım kafamda, yarim karşıdan koşacak ben de ona koşacağım ve de öyle sarılıp, eksenimiz etrafında döneceğiz. Anlatırken bile utandım çünkü hiç öyle bir insan değilimdir, romantizm bilmem, üstüne bencil ve de sevgisizimdir. Anlamıyorum nasıl öyle bir hayal kurarım? Herşeyden evvel tarzım değil...

Bahar vakti iyi, kötü, kör topal birşeyler yaşarım. Yaşamam gerektiği için, ama daha sonra içime kaçıp da bana çılgın fanteziler kurduran varlık bir anda kaybolur ve de korkunç bir gerçekliğin içinde bulurum kendimi. Sorarım; Tanrım ben ne yaptım, burada, bununla ne işim var diye. İşte o zaman Edge of Reason'daki skydiving sahnesi gerçek olur, uçaktan atlarsın ve kendini bir anda domuz çukurunun içine boka çakılmış bulursun. Berbat birşey...

Kafam bu aralar çok karışık o yüzden , yine bahar ayları ve de yine içten gelen dürtüklemeler. Beğeni bariyerlerim tamamen gardını bırakmış durumda ve de her an herşeyin olabileceğinden korkuyorum. Kafamda kendi çapımda fevkalade güzellikte adaylar bile belirledim, fakat şükür ki Meksika uyruklu bu kızlar (bir tane değiller, çok bıçkınım da) evlerine dönecekler. Ancak yazarken farkettim ki hani burada kalsalar sanki iliklerini kurutacağım sevişmekten. Yok öyle değil tabii ki ama gereksiz girişimler yapmamak lazım. Ne de olsa aşk arayan bir adam değilim. Ben sadece kendimi severim...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Bienvenue sur le pavillon de Ralphius

Daha önce de dediğim gibi sık sık git geller yaşayan bir insanım, bu yüzden blog'umu tekrar Türkçe yamaya karar verdim. İngilizce yazmamın tek nedeni daha fazla insan tarafından okunmaktı ki bu fikrin prensibime aykırı olduğuna kanaat getirdim. Bu yola ilk çıktığım zaman okunma kaygısı duymadan sadece aklımdan geçenleri, hissettiklerimi yazacaktım. Malesef bu kararımı çiğnemiş oldum. Hem de şu unutlmamalıdır ki kişi kendisini en iyi ana diliyle ifade eder.



Kafam karışık bu aralar, kendimi boşlukta hissediyorum. Pesimist ve de gerçekçi bir yönüm olduğu için her zamanki gibi düşüncelere daldım, hayatımı sorguladım, bulunduğum nokta üzerine kafa patlattım ve dürüst olmak gerekirse ortaya çıkan tablo beni pek mutlu etmedi. Ailemi, arkadaşlarımı, herşeyimi kısacası hayatımı geride bırakarak bir yola baş koydum ve Fransa'ya geldim. Karar vermiştim ki geçmişe sünger çekip, yeni bir hayata başlayacaktım yurtdışında. Nitekim gerçekten de öyle oldu, bağlarımı mümkün mertebe kopardım. Hatta öyle ki ailemle, bana en yakın olan insanlarla, iki haftada bir telefonla yaklaşık 5 dakika konuşuyordum. En yakın arkadaşlarımı ise aramak bir yana Facebook'tan, msn'den mesaj bile atmıyordum.


Fransa'ya geldiğimden beri yeni insanlarla tanıştım, farklı farklı milletlerden gelen bir sürü arkadaşım oldu. Sevdiklerim oldu, kafasını omurgasıyla beraber yerinden sökmek istediklerim oldu. Türk arkadaşlarım da oldu epeyce. Yedik, içtik, gezdik, tozduk, sohbet ettik. Şimdi dönem sonu geldi ve herkes geldiği yere geri dönüyor, ben ise bir müddet daha burada kalacağım, hatta seneye de burada olacağım Aralık'a kadar. Sonrası ise meçhul artık nereye gideceğimi ben bile bilmiyorum; belki ABD, belki İngiltere, belki Fransa tekrar, belki de Türkiye'ye daimi dönüş. Burada tanıştığım insanlardan mezun olanlar iş hayatına atılıyor, exchange için gelenler evlerine normal hayatlarına geri dönüyorlar. Buraya kadarmış, sizlerle tanışmak güzeldi diyerek vedalaşılıyor. Üstüne bir de sanki çok olacakmış gibi: "İlerde mutlaka görüşeceğiz" gibisinden yalan vaatlerde bulunuluyor. Kısacası hikaye sona eriyor. Öte yandan Facebook'ta insanların hayatlarını röntgenlerken gelen notification'larda arkadaşlarımın, geride bıraktığım insanların resimlerini görüyorum. Herkes bıraktığım gibi birlikteler, geziyorlar, eğleniyorlar, kimisi okumaya devam ediyor, kimisi de çalışmaya başlamış iş güç sahibi olmuş. Hatta aralarında nişanlananlar ve evlenenler bile var...


Tekrar bana geri dönecek olursak duruyorum ve düşünüyorum. Tamam herkes evine dönüyor, Türkiye'dekilerin kendi uğraşları var, peki benim neyim var? Cevabı ne yazık ki hiçbirşey, çünkü kendime ait bir hayatım yok. Şimdi okul da kapandı ve bunu bütün şiddetiyle yaşıyorum. Burada edindiğim arkadaşlıklar ne gerçek arkadaşlıklar, ne de yaptıklarım ettiklerim gerçek hayatın ta kendisi. Tamamen boşluktayım, hayatımı da beraber bu boşluğun içine sürüklüyorum. İşte bu noktada hayatımı bir pavyona benzettim ve içindeki tek konsomatris de benim. Burası öyle bir yer ki insanlar uğrar, gelir, geçer, eğlendirirsin, güldürürsün, keyiflendirirsin. Saatler geç olduğunda ise evlerine dönerler, onlara yaşattığım mutluluklarla. Ben ise gidecek yerim olmadığı için yapacak işim olmadığı için bir sonraki gelecekleri beklemeye koyulurum ve bu rutin tekrarlanır. O kadar berbat durumdayım ki, kendime ait hiçbir şey olmadığı seks hayatım da kalmadı. Üstelik ister istemez başkalarınınkine dahil oluyorum. Hayır gang bang'den bahsetmiyorum. Yan tarfta yaşayan ben 4 yaş küçük pisliğin sabah, öğlen, öğleden sonra, akşam ve gece yaptığı seksi duymaya maruz kalıyorum. Sersem kız arkadaşını odaya kilitledi herhalde.



Bu akşam kalabalık bir jübile olacak. Misafirleri asıl hayatlarına uğurlarken ben burada kalıp yeni gelecek olanları beklemeye koyulacağım, onlar geldiğinde göreve yeniden başlıyor olacak. Fakat ne yazık ki yaşadıklarımın, tanıştıklarımın hiçbiri kalıcı değil, gerçek bile değil...

22 Nisan 2008 Salı

Milano: The City of Disappointment

From now on I have decided to write my blog in English. My purpose is to poison the minds of younglings and flash a bulb in the minds of the mature around the world, but not just in Turkey. As you may understand from this statement I am a Turk. I will not have the pleasure to introduce myself to those who are non-Turkish (they can read my first entry to get to know me), it is painfully long though perfectly fun. I will not bother myself to restart from the beginning, just get to know me if you like what I write by time. However simply know that I am a terrible person that you cannot consider as good, so please do not try to undertand me because nobody can. It will be your precious time that will be wasted. A small footnote can be; please do not try to mock or criticise my English. It is NOT my mother tongue and as you may appreciate I am trying to speak another language, unlike many other lazy English native speakers...


What I like in France is those long and absolutely needless holidays. We have holidays all the time for different reasons, actually I am not concerned with those reasons as long as I am ok with the holidays. Last week we had one of those holidays and I have decided to send myself to aone week vacation. My journey was supposedly begin from Italy, then to Slovenia and finally to Croatia. I have been to many places in Europe and I have decided to go to the places those I have not been before. Also I had to fulfill a promise given to some of my dearest friends living in Slovenia. It was a must to pay a visit to them. Despite the fact that I have been to Italy before I had to fly there for my transfers to Ljubljana. I took the unfortunate and horrible flight of Ryanair from Brussels to Milano. I will never and ever fly with a cheap airline company, anyway this is not my point. I had to spend two days in Milano and when I am finished with that I were to take the train to Venice and then to Ljubljana.


When I arrived "Centrale Stazione", or whatever the name is, I searched for my hotel and checked in. As soon as I entered my room, which was very nice actually, I left my luggage and threw myself to the streets of Milano. I hate looking like a tourist; carrying a huge map, wearing ridiculous clothes, carrying a camera and etc. I did not have the enthusiasm to discover the city, the Italian life style or else. As I said I have been to Italy before and exploration would just ruin the two days those I had. In the end why would I spent some efforts on it while I could dedicate myself to some other pleasure giving activities? I have started walking around the city and as a fashion geek my first destination was the street where the designers are located. I have entered all those boutiques one by one and examined what they have. To tell the truth I was suprised; how could Milano can be considered as a fashion center? After marvelous, glorious, astonishing Paris it can just be the backyard of it. I have stopped by at Prada, Dolce&Gabbana, Tod's, Armani and at all the others. To be honest Prada was considerably good than the one in Paris and also Dolce&Gabbana, but it is probably because of their Italian roots and being at the home. Apart from that I ate a lot drank a lot, visited plenty of cafés and restaurants.


I walked around more to examine the city, though I did not enjoy it. It seemed to be very dull and the streets, buildings were simple and boring. This was another disappointment for me how could people exaggerate it that much. There were nothing interesting and I have decided to sit somewhere to enjoy a drink. While I was sitting at the cafe of Gucci, which is perfectly good with a wonderful menu at Galeria next to Duomo, I was reading my GQ, suddenly "it" came... I am mentally complicated and confused and as a probable result I have started to have anxiety and panic attack. Those attacks have started to occur since last June and they have been continuing still with wide time intervals. It caught me when I was least expecting. My heart beats increased, I was breathing too fast and I was feeling as if I am going to die there at that moment. I was totally alone and there was nobody to take care of me. This idea made me worse and I have felt like I should throw myself out to get some more fresh air, so that I can divert my attention too. The streets were extremely crowded and people were everywhere, it seemed as if they are going to run over me. Also some people were selling umbrellas on the street, to grab attention they were opening them suddenly to the faces of people and I had to walk through many of these sellers, they triggered my dizziness. When I started to tremble and shake I have decided that sitting at somewhere again would be the best idea. I sat in a café and ordered a glass of wine, I drink a lot and I thought it would have helped me to calm my nerves. Interestingly I have paid visits to many cafés in Milano but every time I order something, the waiters and the waitresess with the attitude of the creators of earth, were too rude and impolite. Who the hell do they think they are? Those pitiful minions were acting as if they are the immortal and mighty gods of Olympos coming down to earth, among the mortals, us. To be honest not only those imbeciles but most of the people on the streets were like that. I have always thought that the Italians are friendly and warm Mediterrenian people. The truth was actually opposite, they were all acting like jerks, it was a huge disillusion for me. I live in France and I prefer the French ten times to those morons. I love France and French people, whatever the others say. Those people made me even worse and I had to do something. Something that would make me feel really good, then I have decided to go to the place where you can find some smiling faces and where you can make yourself happy: Prada.


In my previous entries I have told that I am one of those people who seeks happiness in shopping. Even though I was not planning to do any and if I am to do some I would definitely do it in Paris, I have dropped by to Prada. What I like with the designer boutiques is that you can always find some good treatment and it helps you gain self confidence. I bought a pair of white sneakers from there which are rare in opposite to other Prada sneakers. Actually this little purchase helped me a bit. I did not buy just sneakers but I also bought good attitude and a kind of wellness. I felt better and again sat in café to celebrate this little event with a glass of Chardonnay. This time I ignored the spastic waiters and I guess I did the best, because he was shouting a Japanese girl that was sitting next to me and who was a customer also all the time because of a tiny misunderstanding. He confused the orders and brought something else to the girl and when she tried to send the plate he exploded and gave himself to his anger, spitting around while shouting. Then I have decided that it was the time for me to leave immediately. I finished my wine and went back to my hotel. Later on I have counted the hours to leave this horrifying city as soon as possible. In my mind Milano remained as a city which I shall avoid as much as possible, except my Pradas there were nothing good...

31 Mart 2008 Pazartesi

ÇİFTLERİN DÜNYASINDAN UZUNCA BİR MOLA...


Uzunca bir zamandır bekar arkadaşlarımla vakit geçiriyorum ve de şunu fark ettim ki bekar insanların sohbetlerini, muhabbetlerini çok özlemişim. Uzun ilişkilerim olmadığı için, beceremediğim için çiftler dünyasına her zaman uzak olmuşumdur. Ya da bir iki haftalık seyahatler düzenlemişimdir zoraki, ancak daha öteye gidememişimdir hiçbir zaman. Belki de bu yüzden çiftlerle vakit geçirmekten veya uzun süreli ilişkisi olanlarla vakit geçirmekten her zaman rahatsızlık duymuşumdur. Sonuçta ortak noktamız yok... Ben de paylaşımcı olmak adına çiftlerin sevmediğim noktalarını madde madde yazmaya karar verdim.



  1. Kalabalık bir grupla beraber geçirilen bir akşamda eğer bolca çift varsa, insanlar arasındaki iletişim zayıftır; çünkü sevgililer ilgilerinin 60%'ını birbirlerine vermekten başkalarını göz ardı ederler, dikkatlerini diğerlerine vermezler. Siz de bekar bir insansanız dikkatinizin 100%'ünü başka insanların sizi nasıl geçiştirdiğine, sallamadığına verirsiniz.

  2. Eğer çiftlerin olduğu bir ortamdaysanız birbirleriyle bolca cilveleşmelerine tanık olursunuz ve de bu davranışları gözünüze gözünüze sokulur. "Bak benim sevgilim var..." gibisinden aklınca nispet yapılır. Siz de bir bekar olarak kendinizi itilmiş hissedersiniz.

  3. Eğer yakın bir arkadaşınız sevgilisiyle kavga etmişse akıl danışacağı en son kişilerden biri genelde bekar olanlardır. Ne de olsa kelin ilacı olsa başına sürer prensibinin mevcudiyeti söz konusudur.

  4. Geçirilen bir akşamda eğer bolca sevgili mevcut ise "yazık" manası taşıyan: "Merak etme bir gün senin de karşına birisi çıkar" tesellilerini dinlemek zorunda kalırsınız. Bir de bu sözler sarfedilirken ki bakışlar, çatılan kaşlar ve de hüzünleştirilen ses tonu cümleyi daha rahatsız edici hale getirir.

  5. Yaşadığı ilişki yüzünden en yakın arkadaşlarınızı tanıyamaz hale gelirsiniz. Hayat tarzları değişir, evcimen olurlar.

  6. Bir zamanların keyifli ve uzun sohbetlerinin yerini dert yanmalar, "Bunu bana nasıl yapar?" gibisinden yakınmalar alır.

  7. Gece dışarı çıkarken o kadar çiftle beraber kapıdan içeri girerken kişi kendisini sap ve de kaybeden gibi hisseder. Özellikle bir gece kulübüyse ve de kız erkek denkliğine bakılıyorsa aradan kaynayıverirsiniz, bir nevi görünmez olursunuz.

  8. Eğer yine hep beraber dışarı çıkılmışsa çiftlerin arasında çıkan kavga ister istemez dışarıya yansır ve de diğer insanların da gece boyu keyfi kaçar. Genelde sebep kıskançlıktan kaynaklanır ve de dolaylı yoldan kavganın faturasını geceniz mahvolarak siz ödersiniz. Hele bir de ertesi gün muhakkak barışırlar, siz de gerildiğinizle kalırsınız.

  9. Yıldönümü veya sevgililer günü gibi diğer kutlama zamanlarında yapayalnız kalırsınız ve içten içe özenir, kıskanırsınız.

  10. Sevgililerin birbirleriyle oynadıkları evcilik oyunlarına maalesef tanık olursunuz. Şahsen ben "Canım dışarısı soğuk montunu al", "Bulaşık makinasını çalıştıracağım koyacak birşey var mı?" gibisinden anaç ve de "caring" cümleleri duydukça irkiliyorum.

  11. Yakın bir arkadaşınıza oturmaya gittiyseniz, kişi "saatlik rapor" vazifesini yerine getirmek adına telefona sarılır ve de saatlerce konuşur sevgilisiyle, sizin varlığınızı görmezden gelerek. Kendi kendinizi televizyon izleyerek veya bulduğunuz bir gazete veya dergi ile teselli edersiniz.

  12. Eğer bir çift ile aynı odada veya mekanda bulunuyorsanız birbirlerine sarf ettikleri aşk ve sevgi içerikli ancak bir o kadar da gevşek ve komik zamirlere maruz kalırsınız. Misal: "aşkısı", "meleğim", "bebişim",...vs.

  13. Karar vermeyi gerektirecek bir durumda demokrasiden ziyade sevgilinin istediğinin olması da bir diğer nefretlik duygudur. Örnek: A:Hangi filme gidelim? B: Ece hangisini isterse ona gidelim.

  14. Eğer arkadaşınız, kız arkadaşı ve siz bir arabadaysanız ön koltuğa oturan kişi olarak tercih edilmezsiniz. Üstelik vites üzerinde birleşen elleri gördükçe de o koltuğa asla oturamayacağınızın farkına varırsınız.

  15. Eğer arkadaşınızla bir program yapacaksanız hesaba katılacak bir diğer unsur ise sevgiliden izin almak. Arkadaşınız erkek ise sevgilisi tarafından "güvenilmez" ilan edilirsiniz ne de olsa kız, erkek arkadaşının bekar olan siz ile vakit geçirmesinden hiç hoşnut kalmaz.

  16. Her ne kadar acı ve de kaçınılmaz olsa da yıllardır tanıdığınız, en yakın arkadaşınızın gözündeki yeriniz birkaç aylık kişi sayesinde iknci plana itilir ve de vaktinin büyük bölümünü o kişiyle geçirir. Artık pek sık aranmazsınız. Fakat şu unutulur ki insanlar gelip geçicidir, arkadaşlıklar kalıcıdır.

  17. Kalabalık bir grupla gidilen tatilde çiftler denizde sarmaş dolaş aşk yaşarken siz de tek başınıza şöyle bir ileriye açılırsınız ya da sahilde kumdan kale yaparsınız.

  18. Arkadaşınız, sevgilisinin özel bir günü geliyorsa (doğumgünü, yıldönümü) yardım etmeniz için sizi ikna eder; hediye seçimi, yapılacak süpriz gibisinden aktiviteler için. Düşünürsünüz, mağazaları gezersiniz kısacası vaktinizi harcarsınız ve sonunda bütün övgüyü ve teşekkürü arkadaşınız alır.

  19. Kimi zaman kavga etmiş sevgililer arasında arabuluculuk yapmanız gerekebilir, hatta sırf arkadaşınızın ilişkisini kurtarmak adına yalan söylemeniz ve de "kötü insan" rolünü oynamanız istenebilir. Herşey düzelince kötü olduğunuzla kalırsınız.

  20. Çiftlerin bolca bulunduğu bir ortamda sıklıkla eleştirilirsiniz hatta çok biliyorlarmışçasına bir de akıl vermeye kalkarlar; "........ yüzünden kimseyi bulamıyorsun kendine" gibisinden.

  21. Bir müddet sonra çiftler organizma halini alırlar ve de tek beyin halinde karar, idrak, beğeni vs. mekanizmaları çalışır. Aynı kitabı okurlar, biri dışarı çıkmayacaksa öteki de çıkmak istemez, uyumlu kıyafetler giyerler, vs... Siz de evvelinden tanıdığınız kişilerin bu metamorfozlarına tanık olur sinirlenirsiniz.

Bir an heyecanlandım ve de ne yalan söyleyeyim devam edesim geldi. Tanrı'ya şükür ki burada birçok kişi çift değil veya en azından olanlar ise "diğer yarılarından" kilometrelerce uzaktalar. Adam gibi sohbet edebilmeyi, dilediğim gibi dışarı arkadaşlarımla dışarı çıkmayı özlemişim. Ayrıca şunu da fark ettim ki maddeleri sıraladıkça ayrı bir irkilme hissiyle "çift" olmayı reddetmek istiyorum. Yukarıdakiler gözümün önüne geldikçe sanırım daha çok uzun bir süre bekar gezeceğim, mümkün mertebe bekar arkadaşlarımla...



Korkarım Misafirlerimiz Var Jonathan

Visitor Map