Şaşırdım, belli etmemeye çalıştım ama aslında çok belli oluyordu onu tanımadığım. Öyle mi nerden diye bir soru sorup yine bir pot kırmıştım aslında bilmeden. Rezalete gelin ki Bayan K.İ. meğerse benim liseden sınıf arkadaşımmış... Tahmin edilebileceği gibi iğrenç kasıntı ve sorunlu bir lise hayatı geçiren Ralph çirkin kızların ismini bile öğrenmeden okulun en popüler ve güzel kızlarıyla arkadaş olmayı gözüne kestirmiştir. Bayan K.İ. ise zamanla ne kadar çirkin (tanımıyorsam öyledir) olduğunun farkına varmış olmalı ki bir dizi estetik ameliyattan sonra bayan tipine bürünebilmeyi başarmıştır. Ameliyat kısmı şaka değil bu arada, sonrasında yapılan istihbarat raporu elime pazar günü geçti. Sohbet muhabbet şahane ve kendimi olduğumdan faarklı gösterme çabaları başladı. Konuşkan, güleryüzlü, arkadaş canlısı bir Ralph vardı o gece Leb-i Derya'da. Ama aslında öyle birini ben de tanımıyordum.
20 Nisan 2009 Pazartesi
Ralph Bey'in gündüz düşleri...
Şaşırdım, belli etmemeye çalıştım ama aslında çok belli oluyordu onu tanımadığım. Öyle mi nerden diye bir soru sorup yine bir pot kırmıştım aslında bilmeden. Rezalete gelin ki Bayan K.İ. meğerse benim liseden sınıf arkadaşımmış... Tahmin edilebileceği gibi iğrenç kasıntı ve sorunlu bir lise hayatı geçiren Ralph çirkin kızların ismini bile öğrenmeden okulun en popüler ve güzel kızlarıyla arkadaş olmayı gözüne kestirmiştir. Bayan K.İ. ise zamanla ne kadar çirkin (tanımıyorsam öyledir) olduğunun farkına varmış olmalı ki bir dizi estetik ameliyattan sonra bayan tipine bürünebilmeyi başarmıştır. Ameliyat kısmı şaka değil bu arada, sonrasında yapılan istihbarat raporu elime pazar günü geçti. Sohbet muhabbet şahane ve kendimi olduğumdan faarklı gösterme çabaları başladı. Konuşkan, güleryüzlü, arkadaş canlısı bir Ralph vardı o gece Leb-i Derya'da. Ama aslında öyle birini ben de tanımıyordum.
15 Nisan 2009 Çarşamba
"Haykırsam göklere..."
Evet kabahat benim insanları huyumla suyumla kendimden uzaklaştırıyorum, hatta nefret ettiriyorum fakat bu kemikleşmiş bir kere. İnsanları incitiyorum, kırıyorum üstelik bunu çok normal karşılıyorum kimi zaman insanların arasını bozmaktan, onları ağlarken görmekten, başarısızlıklarından büyük zevk bile alıyorum. İnsanları oyuncak gibi gördüğüm için onları manipüle etmekten, onlarla oynamaktan büyük haz alıyorum. Ne yalan söyleyeyim değişmem de (o zaman müstahak sana demenizi duyar gibi oluyorum)... Buna bağlı olarak şu aralar en sevdiğim şarkı Nilüfer'in eski bir şarkısı olan "Göreceksin Kendini", hatta öyle ki bir kaç entry evvel ki yazımın da başlığını oluşturur kendileri.
14 Nisan 2009 Salı
"Güzel olduğunuz kadar küstahsınız da..."
İçeride buluştuğumuz diğer hanımlar ve beylerle yedi kişi oluvermiştik, yine de yedi arkadaştık cümlesini kuramıyorum üzgünüm. Aralarında sevmediklerim var çünkü. Her neyse, yerlerimize oturduktan sonra masamızla ilgilenen garson bu zamana kadar görmediğim bir giriş yaptı: "İyi akşamlar bayanlar, baylar ben Uğur. Sizlere hayırlı akşamlar, hayatlar, aşklar, afiyetler..." diye devam eden yaklaşık 30 hayır çeşidi saydı ve devam etti: "Bu akşam size ben hizmet edeceğim ve ben Ortadoğu ve Balkanlar'ın en tombul yanaklı ve en güleç garsonuyum." diyerek noktaladı. Şaşkın bizlerin ifadesi, durumu idrak edince sempatiye dönüştü tabii ve dedik aramızda ne tatlı bir garson diye. Sonra da siparişlerimizi verdik.
11 Nisan 2009 Cumartesi
Libido vs. Hissiyat
Nefret ediyorum libido güdümlü yaşamaktan ve buna göre hareket etmekten... Bu gece de öğrendiğim derslerden bir tanesi de hormonal faaliyetlerin berbat sonucunda uyanan pişmanlık ve tiksinti hissiyatı. Gündüz aldığım bir invitasyon sonucu bir arkadaşımın rezidansımtırak evindeki bir partiye davet edildim. Sosyal açlık çeken ben bu havadisin verdiği heyecanla hiç tereddütsüz kabul edip kendimi tepsiyle sundum. Aslında sosyal manada pek eksiğim yok formül basit: sahte bir gülümse ve sevecenlik, akabinde gelişen olaylar. Ancak asıl şikayetim yakın ve paylaşımcı çevremin burada olmaması. O yüzden buradaki ilişkilerim çok bir içten pazarlıklı ve yapmacık. Tamamen empathy hedefleyen cinsten.
Akşam 22:00'ye doğru evden çıkıp, son derece muhabbet meraklısı bir taksiciyle Ataşehir'in yolunu tuttum. Destinasyona vardığımda içerideki güruhla tanıştım ve devamında ne yazık ki katılımcılardan bir tanesi zamanında çok beğendiğim hatta ve hatta uzunca bir müddet fantazilerimi süsleyen bir bayandı. İsmi E. olan bu kişiye zamanında ayrı bir ilgim vardı ve her gördüğümde libidom ayrı bir yoğun çalışırdı beyin fonksiyonlarımın hayal gücüme paralel olarak ayrı bir işlevselleşmesiyle. Bu zamana kadar yüzeysel; fakat iyi kötü sık bir muhabbetim olan bu Havva kızının asıl neye benzediğini bu gece öğrenme şerefine nail oldum. Gülermisin, ağlarmısın...
En son bu bayan ile geçen hafta kazara doğumgünü vesilesiyle (gerçekten bilmeden ve istemeden sadece bir consommateur olarak) 360'ta bir araya geldim ve şimdi yeniden karşıma çıkmıştı. Sohbeti ilerletmeliyim derken atılan adımlar birbirini izledi. Fakat o atılan adımlar, dakikalar geçtikçe ve ben onu biraz daha tanıdıkça tersten maratona dönüştü. Bir anda bir tiksinti beynimin en ücra köşelerine doluverdi.
Kızı anlatmak gerekirse kendisinin bir Stepford Wife ve Charlote York (Sex and the City) kırması bir Türk olduğuna kanaat getirdim. "Ben iyi aile kızıyım", "Ben iyi bir terbiye aldım", "Ben ahlak kuralları çerçevesinde yaşarım", "Ben Beyoğlu'na asla gitmem çünkü büyüklerim bana öyle tembihledi" döktürdüğü incilerden bazıları. Aslında kızı liseden beri tanıdığım için bu üstte yazdıklarımın meali: "Ben her daim derslerime çok çalıştığım için bir sosyal hayatım yok. Aslında benim bu zamana kada bir erkek arkadaşım bile olmadı; çünkü bu Türk örf ve adetlerine aykırı... Bu yüzden fazla yargıcı ve şımarık bir kaltak oldum".
En son geçen hafta 360'dan çıkarken; kafam yüksek sesli müziği kaldırmıyor diyen bu bayandan başka birşey beklenilemez üstelik doğumgününde bizlere haydi evlere dağılalım önerisi bile getirdi bu şahıs. Bugün ise tablo yine aynıydı. İnci kolyemi ve bileziğimi takarım. Zaten babam beni çok sever ve onu utandıracak birşey yapmaktan korkarım şımarıklığına ve mutaasıblığına tam gaz devam ediyor. Ancak herşeyi o kadar sahte ve bayağı ki kendimi çoğu zaman Teletubbie'lerle konuşuyormuş gibi hissediyorum. Kızın herşeyi suni ve yapmacık.
Bir de üstüne çok düzgün ayakları yapıp bunları beğeni mevzusuna getirmiyor mu (ben house müzik sevmem) beni benden alıyor... Ayrıca beğeni argumanını sunan bu kızımızın kalkıp da başka insanların beğenilerine laf edip bok atması ise tam bir sakatlama durumu. Sadece beğeniler değil istek ve arzular da şımarıklık vesilesiyle manipülatif bir etki kazanıyor. Örnek: "Bence .... yapmayalım, herkes ...... gitsin çünkü öteki berbat bir yeeeer... Ya da bu akşam olduğu gibi Anadolu Yakası'nda kalan bir arkadaşının yanında konaklayacak olmasına rağmen, partide çok eğlenmekte olan arkadaşını bile eve gitmek fikri üzerine ikna faaliyetlerine girmesi iyice bir çileden çıkardı beni. Bırak kız eğleniyor ne zorluyorsun? Ya evine defıol git ya da, arkadaşının keyifine nazikçe gülümse, isteksiz bile olsan. Sen kimsin be? Son derece yapmacık olan uyduruk herkesle arkadaş olup onlarla iyi vakit geçirmeliyim, kişiler üzerinde etki bırakmalıyım kavramı ise bambaşka bir rezalet.
O kadar pişmanım ki şu salağın peşinde koştuğum zamanı harcadığım için... Senden ve tüm türevlerinden nefret ediyorum .
10 Nisan 2009 Cuma
"Köşesine Büzülmüş Hayattan Korkanlarda, Görecek Göreceksin Kendini"
İstanbul, İstanbul... Başkent'te doğup büyüyen, üstüne son iki yılını yurt dışına geçiren biri olarak İstanbul'a yerleşmek büyük bir hadise doğrusunu söylemek gerekirse. Hatta ürkütücü olduğu bile söylenebilir. Düşünsenize Paris'te bile 2 milyon insan yaşarken kalkıp da 12 milyonluk İstanbul'da bir hayat kurmaya çalışmak ne kadar kolay acaba?
Hayat kurmak bir işiniz olduğu sürece kolay bir mevzu aslında; düzenli bir gelir ve bu gelirin harcandığı kira, yeme-içme masrafları,... Fakat hayat kurmaktan kastımız nedir? Başını sokacak bir yere sahip olmak mı? Ya da her gün işe gitmek için bindiğin deniz otobüsünde aynı koltuğa oturmak mı? Ya da kendine ait bir hayata sahip olmak mı? Bence cevap sonuncusu, kişi her ne kadar kendi ayaklarının üzerinde dursa da fizyolojik ihtiyaçlarını gayet şahane bir biçimde giderse de eksik olan birşeyler daima olur. Bakınız Ralph'in durumuna...
Kendileri son derece rahat olsa da fizyolojik manada, İstanbul'da bakınız nasıl da dımdızlak kalmış ve yalnızığa terk edilmiş. Bu akşam uzun zamandır taciz ettiğim bir arkadaşımla Nişantaşı'nda buluşup akşam yemeği yeme kararı aldım. İşten çıkıp akşam 19:00 sularında Zazie'ye gittim ve arkadaşımı beklemeye karar verdim ki bu arkadaşım da benim gibi Ankarazedelerden. Sohbet şahane muhabbet harikulade fakat tıpkı büyük şair Kenan Doğulu'nun dediği gibi; tutamıyorum zamanı... Tabii zamanı tutamadığım gibi insanları da tutamıyorsunuz. Her ne kadar gönül o gecenin daha da uzayıp gitmesini istese de bu olmuyor ve illa ki birilerinin bir bahanesi çıkıyor. Dolu dolu geçen güzel bir yemeğin (aslında yemeği hiç beğenmedim, akşamın konsepti güzeldi sadece) ardından sohbet muhabbet güzelce devam etti. Sonra vakit geldi ve arkadaşım kalkmak zorunda kaldı; malum ertesi gün erken kalkıp işe gitmesi gerekiyordu. Tabii ben de işe gidecektim; ancak hiç umursamadım. Zaten günde yaklaşık 4 saat uyuduğum göze alınırsa uykusuzluk pek koymuyordu adama.
Arkadaşım masadan kalkınca consommateur hayatıma geri döndüm. Hemen arka masada oturan yakın bir arkadaşımın ve onun eskiden çalıştığı bankadan arkadaşlarının yanına gittim. Korkunç bankacı sohbetlerine bir müddet katlanmak zorunda kaldım, nihayetinde arkadaş hatırı var arada. Son derce sıkıcı geçen sohbetlerin ardından Nişantaşı'ndaki Koridor'a gittik. Adamların sohbetlerinden keyif almasam da kalma ihtiyacı duydum. Malum pek insan tanımıyorum ya ne kadar keyif alsam kardır dedim. Fakat maalesef tam tersi oldu; dostum ve arkadaşları uyumak üzere evlere dağıldılar.
Ben ise arkadaşı olmayan zavallı gariban olarak orda kalıverdim. Tek başıma koridorda ezik gibi dikildim. Arkadaşlarımı istiyorum, dostlarımı istiyorum. Payşabileceğim, dedikodu yapabileceğim birilerine ihtiyacım vardı. Yalnız yeni sayılacağımda edinecek dost pek bulunamıyor. O da işin ayrı bir dramatik boyutu. Alkol fazlası bünyeye dokundu uyku vakti...
7 Nisan 2009 Salı
Lanet Olası Küçük Şımarık Geri Döndü...
29 Aralık 2008 Pazartesi
Depresyondayım Unutuldum, Aldatıldım...
Eğer yeni bir insanla tanışıyorsam kendimi tanıtmakta kullanacağım etiket artık eskisinden çok farklı ne de olsa bi bok olamayacağıma dair yoğun bir inanç kapladı içimi.
"Merhaba ismim Ralph, 24 yaşındayım ve ev adamıyım. Hobilerim arasında Alişan ve Çağla Şikel'in neşeyle sunduğu ve adeta bir kahkaha tufanı yarattığı "Herşey Dahil"i izlemek, aynı anda "Sabahların Sultanı" ile "Arım Balım Peteğim" arasında zapping yapmak var. Akabinde heyecanla "Deryalı Günler" eşliğinde el hünerlerimi geliştirmek. Bunlara ek olarak "Esra Erol'la İzdivaç" programından kendime eş seçmek. Ben de başvurdum, hala cevap bekliyorum. Kısmetse ben de aradığım kişiyi bulup evleneceğim. Ben okumayı da çok severim; özellikle Güzin Abla'nın köşesini büyük bir heyecanla takip ederim, Hafta Sonu mecmuasını ise asla elimden düşürmem. "Yemekteyiz" programı heyecan seviyemi yükselten bir diğer öğedir. Oradan öğrendiğim tariflerle Ayşe Tüter'e birgün meydan okuyabilecek hale geleceğim. Haaa Ayşe Tüter demişken Esra Ceyhan'ın programı da vazgeçemediklerim arasında. Sevdiğim sanatçılar arasında Ebru Yaşar, Alişan, Mehmet Ali Erbil, Hüsnü Şenlendirici, Hülya Avşar, Sibel Can ve bilimum ortam şarkıcıları var. Akşam olunca ise Popstar Alaturka'da heyecan seline kapılmak ve Binbir Gece'nin hiç bitmeyen heyecanına kendimi kaptırmak var. Evden çıkmıyorum mutasıp bir evadamıyım, en iyi arkadaşım yan komşumuz Şükufe Hanım. Haftada bir gün komşularımla konken oynuyorum."
Hayal kurmaktan, geleceğime dair plan yapmaktan vazgeçtim çünkü istediklerimin hiçbirini elde edemiyorum. Hayal kırıklığından nefret ettiğim için ve de acı verici olduğunu düşündüğüm için gri renkteki hayatımdan siyah-beyaz olanına terfi ettim. Son birkaç aydır gülmüyorum ve gözlerimdeki ışığı kaybettiğimi düşünüyorum. "Sağlık olsun" deme lüksüm yok çünkü yapım buna müsait değil. Hayatı ciddiye alan ve maddiyata önem veren biri olarak, kuyruğumu kıstırıp eve dönüp evadamı olma fikrine alışmakta zorlanıyorum. Herşeyden nefret ediyorum...
9 Ekim 2008 Perşembe
Qui m'aime?
18 Eylül 2008 Perşembe
Başkalarının acılarından keyif almak...
16 Eylül 2008 Salı
Felekten çalınan bir tatil
Efendim bir önceki yazımda, ki kendisini yazalı bir hayli zaman oldu, tatil süresince günlük neler yapıp ettiğimin ufak bir özetini anlatmıştım. O tarihten itibaren yaptığım çok çılgın ve aşırıya kaçan bir durum olmasa dahi yine de biraz daha devam etmek istiyorum. Tamamen tembellik ve baba parası yemeye yönelik bir tatil yaptım. Tabii tatil yaptım derken burada Haziran ayında başlayıp Eylül'e kadar süren istirahat vaktinden bahsetmiyorum.
Konaklamak için geçtiğimiz yıllarda Türkbükü'nü tercih ederdik bu sefer rezervasyonda biraz geç kaldığımız için Gündoğan'ı kendimize üs olarak seçtik. Orada bir arkadaşımın yazlığına kapağı attım, Tanrım para vermeden konaklamaya bayılıyorum! Ola Mare (belki birleşik hatırlamıyorum) adlı sitede kaldım. Her ne kadar ismi Çeşme'deki Sole Mare adlı beach'i anımsatsa da beklentilerimin aksine oldukça başarılı bir yerdi. Son derece modern ve lüks villalardan oluşan bir site, hatta o kadar güzel evler vardı ki ağzımın suyu çenemden akacaktı. Çok güzel yeşillik bir alanın ilerisinde yer alan havuz, çevresinde armut koltuklar ve az ilerde deniz. Gerçi denizi pek tatmin etmedi beni, her neyse... Gündoğan'ın hoşuma giden yanı ise bulunduğu yerdi. Nihayetinde Hekimköy üzerinden Türkbükü yakın sayılırdı. Yalıkavak'da aynı şekilde. Gündüzleri Ole Mare'den denize girmek yerine geleneksel Türkbükü beach'lerine gitme seansı tekrarlandı. Bu sene Türkbükü bir hayli değişmiş özellikle köprünün "halk" tarafındaki iskelelerin yıkılmasıyla tuhaf bir görünüm almış. Gözüm bunca zamandır alışkın olmadığı için hafiften yadırgadım. "Öteki" yaka ise değişime karşı duramamış. Bundan birkaç sene evvel azıp eğlendiğimiz yerlerden biri olan Mio'nun yerinde yeller esiyordu. Fakat çok şükür ki her derde deva Maki Otel'in ve Maça Kızı'nın iskeleleri dimdik ayaktaydı, üstelik yeni açılan Lola'da bizlere uzaktan "gel gel" yapıyordu. Bunlara ilave olarak yılların değişmezi Bianca'da es geçilmemeli. Tabii eski adıyla Havana. Rutin olarak öğlen iki gibi kalkılır kahvaltı yemek artık ne varsa yenilir ve doğrudan soluklar bu beach'lerin birinde alınır. Tabii beach denilince akla "The Beach" filmindeki gibi turkuaz sular ve muazzam bir doğa gelmesin. Tahta iskeleler, şezlonglar, pek fena olmayan yemekler, bir sürü yat-tekne, ukala garsonlar, güzel fakat ruh hastalığı yaratacak derecede pahalı içecekler ve, ki bence en önemlisi, happy hour partileri. Akşam olduktan sonra şezlonglar katlanır desk ve localar ortaya çıkar. Kimi zaman perküsyon eşliğinde, kimi zaman ünlü bir şarkıcının vokaliyle bangır bangır müzikle azıp eğlenmek tepinmek en keyif aldığım aktivitelerden birisidir. Hele ki daha henüz gündüzken buz gibi rosé şarapla açılışı yapmak partilerde daha çok eğlenmeye sebebiyet veriyor. Yine de geçtiğimiz yıllara kıyasla eğlence de pek içler açıcı değil. Salaklaşmış Türkbükü... Çeşme'leşip sadece haftasonları keyif veriyor adama. Ne de olsa millet haftasonu kaçıp tatile gelebiliyor. Fakat kim ne derse desin Bianca'nın akşam üstü partileri bir harika (Cumartesileri). 18:00' de başlıyor ne yazık ki ve de ne aptalcadır ki 20:00'de bitiyor. Yine perküsyoncular, vokaller çıkıyor. Hatta bu sefer yabancı olduğunu düşündüğüm bir vokal Idacorr'un "Let me think about it" şarkısıyla beni benden aldı. Hakkaten ben de şöyle bir düşündüm kafamda o hoş bayanı "fantasize" ettim. Tamam belki çok güzel değil ama hoşuma gitti (resimdeki yüksekte duran siyahlı kız). Mekanın yaş ortalamasıysa diğer Türkbükü mekanlarına göre (Bianca Gölköy'de) daha yüksekti. Bunu olumlu manada söyledim. Fakat önceden de dediğim gibi 2 saat çok kısa bir zaman eğlenmek için nitekim Mykonos'tayken gece gündüz kavramı yoktu ki Cavo Paradiso'dayken güneş doğar havuzun çevresinde aza aza eğlenmeye devam ederdik.
3 Temmuz 2008 Perşembe
Ralph'in 3 Ayı
1 Haziran 2008 Pazar
Adak
GİRİŞ: Bu blog hayatımdan gelip geçen bütün insanlara adanmıştır. Hayatın ve hayatın bizden beklentilerinin sonucu bitmesi gereken tüm dostluklara. Yolunuz açık olsun...
Babalar evlatlarını çok sevse de göstermezlermiş sevgilerini. Evlatlar ise hep derlermiş kendi kendilerine babam beni hiç sevmiyor diye. Aslında ortada büyük bir yanılgı var, bir yanlış var... Her ne kadar bir baba olmasam da sevdiğim insanlara karşı yaklaşımım hayatım boyunca bir babanın sevgisini andırıyor. Uzaktan fakat içten içe sevip bunu dışarıya belli etmeden...
Bu sabah benim için son derece önemli iki insan ülkelerine geri döndü. Kendilerini tanıma şerefine Ocak ayında nail oldum ve inanın bana bundan çok keyif aldım. Hatta o kadar keyif aldım ki varlıklarından, dostluklarından, başka hiç kimseyle arkadaşlık etme ihtiyacı bile duymadan son derece güzel bir dönem geçirdim. Birçok gerekli gereksiz şeyi paylaştık fakat şu bir gerçek ki aslında daha yeni başlamıştık ve daha yapılacak, konuşulacak çok şey vardı. Ülkemi bırakıp Fransa'ya geldiğim zaman bana eskiyi, ülkemi, ailemi, arkadaşlarımı, hayatımı hatırlatan iki nadide insandı onlar. Şimdi artık evlerine döndüler ve de gerçekçi bir insan olduğum için biliyorum ki onları hayatımın geri kalan günlerinde toplasan bir ya da iki kere göreceğim, belk, de hiç. En azından kendimi ve de tecrübelerimi bildiğim için bunu bu kadar kolay söyleyebiliyorum. Doğruyu söylemek gerekirse onları özleyeceğim hem de çok. Hatta şimdiden bile kendimi ıssız bir adaya düşmüş gibi hissediyorum. Koyu ve karanlık bir Lille sabahına uyandım ve de sokaktaki herkes bana o kadar yabancı geldi ki, sığınacak bir liman aradım. Fakat şunu fark ettim ki her güzel şey gibi bu da sona ermişti ve o kişiler sevdiklerinin yanlarına döndü. Ben ise kalakalmıştım. İşte o zaman dedim ki insan elindekinin değerini kaybettiği zaman anlarmış...
Başlarken demiştim babalar eksik gösterir sevgilerini aslında çocuklarını çok sevse de. Her ne kadar prensipte bu böyle olsa da insan sonradan idrak ediyor aslında birlikteliğin ne kadar güzel olduğunu ve her anın ne kadar kıymetli olduğunu. Hayatım boyunca hiç kimseye, ailem de dahil, seni seviyorum demedim. Hiç kimseye en yakınlarıma dahi sevgimi mevcut olsa bile göstermedim. Bunun ne kadar yanlış olduğunu bugün bir kez daha anlamış durumdayım. Yeri geldi o insanlara haksızlık ettim, yeri geldi zalimce davrandım ancak kıymetlerini gidince anladım. Ne kadar yanlış, ne kadar kötü. Aslında bu bende kalıplaşmış birşey sadece onlara yönelik değil herkese karşı bu böyle. Hiç kimseye hak ettiği değeri vermiyorum ve onlara aksini düşünsem de kötü davranıyorum. Meğerse insanlara söylemek isteyip de söyleyemediğim ne kadar çok şey varmış. Herkese, sırf dostlarıma değil, aileme bile... Gerçeklerin insanın yüzüne tokat gibi vurması çok acı birşey. Düşününce o insanların sohbetinin, eğlencesinin, varlığının bir daha geri gelmeyeceğini insan bir kötü oluyor. Özlem duyulacak çok şey ortaya çıkıyor; pazar kahveleri, rastgele şehir turları, dedikodular ve daha birçok şey. Hatta o iğrenç kediyi ve sevmediğim bir bara gitmeyi bile özleyeceğim.
Eğer sizleri isteyerek veya istemeden kırdıysam özür dilerim. Bundan sonraki hayatlarınızda sizlere başarılar dilerim. Umarım hayatta herşey dilediğiniz gibi olur sizleri, herkesi tanımak çok güzeldi. Hayat o kadar ilginç tesadüflerle doludur ki karşıma sizleri çıkardı. Kimbilir daha neler olacak, kimler gelecek ve geçecek. Ben her zaman aynı yerde olacağım ve birçok insanı kendi hayatımda iyi kötü ağırlamaya devam edeceğim. Sizlerin ayrılma vakti geldi ve kendi gerçeğinize dönüyorsunuz. Ben ise yoluma devam etmeliyim...
Kendimi çok zayıf ve güçsüz hissediyorum... Bu zamana kadar yaşadığım birçok olumlu, olumsuz olaydan ötürü duygularımı öldürmeye karar verdim. Küçükken bireysel olarak veya aile olarak başımıza gelen birçok olaydan fazlasıyla etkilendim. Çok ağlak bir çocuktum, hemen üzülür ağlardım; fakat şunu fark ettim hayat hiç kimseye adil davranmıyor ve nihayetinde olan bana oluyor. Duygularımı öldürmeye karar verdim, insanlığımın yarısını bırakmaya karar verdim böylece hayatı daha rahat göğüsleyebilecektim. Olumludan olumsuz bir birey yarattım, sevgimi nefrete çevirdim. Hele nefret en sevdiğim his oluverdi. Nefret ile ayakta kaldım, nefret ile kendimi ayakta tuttum. O beni değil ben onu kontrol etmeliydim. Bana ne çarparsa geri tepmeliydi. Yıpranmamalıydım, üzülmemeliydim. Ancak görünen o ki bunu tam anlamıyla başaramamışım.
Bu ufak veda bile aslında beni ne kadar etkilemiş. Bu zamana kadar öldürme işini çok iyi başarmışım fakat tam anlamıyla halledememişim. Bu sebep itibariyle bu dostlarıma ayrı teşekkür ederim zayıf bir noktamı ortaya çıkardıkları için. Kendimi bilmeme yardımcı oldukları için. Hayata karşı gaddar tutumuma devam edebilmem için "özlem" adı verilen duygularımdan da kurtulabilmeliydim. Hiç kimseye ihtiyacım olmadan, kimseyi özlemeden hayatıma devam edip ideallerimin peşinde koşabilmeliyim. Duygusal olmak zayıflıktır, açık hedeftir. Bunlardan kurtulmalıyım ki hiçbir şey bana zarar veremesin, hatta aksine ben zarar verebileyim.
Her ne olursa olsun sizleri sevdim, hayatımda güzel bir döneme imza attınız. Sizlerin de dediği gibi "bir dönemdi" kapandı gitti bitti. Şimdi artık ileriye bakmak gerek, tanıştığımıza çok memnun oldum. Hayatta herşeyin dilediğiniz gibi olması dileğiyle, sizlere mutluluklar dilerim...
Bitirirken girişte de dediğim gibi hayatımdan yüzlerce hatta belki de binlerce insan geçti. Her ne kadar klişe olsa da ifade ettiklerinden ötürü bu şarkı hepinize gelsin, her biriniz ayrı bir özeldiniz...
30 Mayıs 2008 Cuma
Wannabe'ler: Komik ama Acıklı
İngilizce'de kullanmaktan çok haz aldığım kelimelerden bir tanesi "wannabe"dir. İlla ki Türkçe olsun diyorsanız buna "özenti" diyebiliriz. Buradan da anlaşılacağı gibi bu blog'un konusu wannabe'lik olacak. Her ne kadar ajandamda yazmak isteyip de yazamadığım (vakit, tembellik, vazife) birçok konu olsa da bu akşam dikkatimi çeken iki husus wannabe'ler üzerine yazmayı tetikledi beni.
Sex and the City ile yakında çevremizde bunun gibi "marka giymiş olmak için giymek" durumlarıyla sıklıkla karşılaşacağız. İşin acı kısmı ise birçok kişi bırakın bağıran t-shirtler giymeyi, fasonlarla çevremizi saracaklar. Ne yazık ki ülkemizde bu çok yaygın olduğu için içim ayrı bir sızlamakta. Hem tasarımcıya, hem de orjinal ürün alıcısına ayrı bir haksızlık ediliyor. Haa aranızdan muhakak birileri çıkıp diyecek: "Salak mıyım ben de ona o kadar para vereceğim?" diye. Verirsiniz veya veremezsiniz fakat şunu bilin ki aynı şekilde tatmin olmazsınız, aynı kaliteyi bulamazsınız ve de adınız sahteciye çıkar. Unutmamak gerek ki moda ve markalar kişinin kendisinin ve de zevklerinin bir ifadesidir, bir nevi kimliktir. Doğruyu söylemek gerekirse sahteciler yüzünden hakiki alıcıya da potansiyel sahteci gözüyle bakılıyor. Eğer sizin için Louis Vuitton'un kendisi değil de taklidinin aynı hizmeti sunması önemliyse, kimse kusura bakmasın ama Migros poşeti de aynı vazifeyi görebilir. Orjinali ile sahtesi hiçbir şekilde aynı değildir. Her neyse eğer bayansanız Cosmopolitan, Vogue, Elle, şayet erkek iseniz GQ, Vogue Homme gibi dergilere başvurun. Böylece moda kurbanı olmazsınız ve de neyin ne olduğu ile ilgili bir fikir sahibi olursunuz. Wannabe olmayın, ne istediğinizi bilin. Böylece özgün zevkinizle kendinize laf getirtip komik duruma düşmezsiniz, fakat tarzınızı yaratırsınız.
15 Mayıs 2008 Perşembe
Hayat Müşterektir (!)
Geçende gördüğüm ufak bir manzarayı paylaşmak istiyorum. Her ne kadar uzun uzun döşediğim yazılarım olsa da bu seferkini kısa tutacağım. Gördüğüm enstantane bir kez daha bekar hayatın neden güzel olduğunu anlamama yardımcı oldu.
Sokakta biraz fazla hızlı yürüdüğüm için bir sürü insanı geçerim. Şans budur ki önümde dört kişi vardı ve onları da geçmem gerekiyordu. Şöyle bir bakış attım ve de boşlukları kestirip kendi çapımda yayan makasa girecektim ki o dört kişiyi de şöyle bir süzüverdim. Bu kişiler çiftler, ancak bu çiftler birbirlerinden bağımsız olarak sokakta yürüyorlar, yani belli ki birbirlerini tanımıyorlar. Çift no.1 genç bir anne ve de genç bir babadan oluşuyor. Yolda yürürlerken aynı zamanda bebek arabasındaki çocuklarını gezdiriyorlar. Çift no.2 yaşlı bir amca ve de yaşlı bir teyze hava almaya çıkmışlar. Teyze çok yaşlı olduğu için tekerlekli sandalyede, amca ise onu dolaştırıyor. Evet çıkarılacak derse gelecek olursak; yaşınız kaç olursa olsun ilişkilere başlayınca bir takım sorumluluklar da başlıyor ve başkaları sizlere ayakbağı oluyor. Çift no.1'de baba, bebek arabasını itiyor ve çift no.2'de amca, teyzeyi tekerlekli sandalyede itiyor. Zaman geçse dahi birlikteliklerde erkekler her zaman birilerini itiyor, çekiyor, taşıyor, başkalarının sorumluluğunu alıyor. Başkalarından ötürü ne yazık ki kendinize zaman kalamayabiliyor ve hayatın sefasını özgürce süremiyorsunuz.
Sanırım kimsenin bana ayakbağı olmasını istemediğim için daha çok uzun bir süre bekar kalmayı tercih edeceğim. Tabii belli bir zamandan sonra çocuk yapıp onları iğrenç emellerime ulaşabilmem için kendime yardımcı tayin edeceğim, küçük kurmaylarım olacaklar. Yoksa evlilik, düğün, dernek falan hak getire. Hiç elalemin kızını mutlu etmek için kasamam kendimi. Efendim duyamıyorum daha yüksek sesle alayım, şimdi hep beraber: "Allah belanı versin Ralph!".
6 Mayıs 2008 Salı
Lanet Bir Bahar Fantezisi
Bahar aylarını sevmekle beraber aynı zamanda hep bir nefret etmişliğim vardır. Tamam herşey iyi güzel doğa uyanıyor, havalar ısınıyor; öte yandan insanın içinde bir takım kıpırdanmalar oluyor, kanı kaynıyor. Lanet olsun ki tıpkı Sezen Aksu'nun da dediği gibi ne hikmetse "Ben her bahar aşık olurum", düzeltiyorum aşık olmaya meğilli olurum, ne de olsa o kadar yoğun duygular yaşamam kolay kolay. Artık feromon algılarım mı değişiyor, yoksa sağda solda sevişen tiplerden mi etkileniyorum bilinmez ama feci derecede değişime uğruyorum. Biliyorum ki bu ben değilim... İlişkilerime (başarısız) şöyle bir bakınca farkettim ki genelde baharla beraber başlar ve de baharın bitişiyle, hatta daha da evvel, sona erer. Beceremiyorum, yapamıyorum, ama kabahat benim. Dediğim gibi baharla ben de uyanırım ama sonunda hep kıçımın üstüne otururum. Bu durumu görsel olarak anlatabilmem adına Bridget Jones: The Edge of Reason'ın başlangıç sahnesi sanırım yeterli olacaktır. Herşey Julie Andrews'un "The Hills are Alive with the Sound of Music" diye çemkirip bayırda çimende koşturmasıyla başlar. Bridget Jones'da bu durumdan etkilenir ve Mark Darcy'sine benzer bir şekilde koşar. Ben de aslında farkında olmadan aynı fanteziyi kurarım kafamda, yarim karşıdan koşacak ben de ona koşacağım ve de öyle sarılıp, eksenimiz etrafında döneceğiz. Anlatırken bile utandım çünkü hiç öyle bir insan değilimdir, romantizm bilmem, üstüne bencil ve de sevgisizimdir. Anlamıyorum nasıl öyle bir hayal kurarım? Herşeyden evvel tarzım değil...
Bahar vakti iyi, kötü, kör topal birşeyler yaşarım. Yaşamam gerektiği için, ama daha sonra içime kaçıp da bana çılgın fanteziler kurduran varlık bir anda kaybolur ve de korkunç bir gerçekliğin içinde bulurum kendimi. Sorarım; Tanrım ben ne yaptım, burada, bununla ne işim var diye. İşte o zaman Edge of Reason'daki skydiving sahnesi gerçek olur, uçaktan atlarsın ve kendini bir anda domuz çukurunun içine boka çakılmış bulursun. Berbat birşey...
Kafam bu aralar çok karışık o yüzden , yine bahar ayları ve de yine içten gelen dürtüklemeler. Beğeni bariyerlerim tamamen gardını bırakmış durumda ve de her an herşeyin olabileceğinden korkuyorum. Kafamda kendi çapımda fevkalade güzellikte adaylar bile belirledim, fakat şükür ki Meksika uyruklu bu kızlar (bir tane değiller, çok bıçkınım da) evlerine dönecekler. Ancak yazarken farkettim ki hani burada kalsalar sanki iliklerini kurutacağım sevişmekten. Yok öyle değil tabii ki ama gereksiz girişimler yapmamak lazım. Ne de olsa aşk arayan bir adam değilim. Ben sadece kendimi severim...
3 Mayıs 2008 Cumartesi
Bienvenue sur le pavillon de Ralphius
Daha önce de dediğim gibi sık sık git geller yaşayan bir insanım, bu yüzden blog'umu tekrar Türkçe yamaya karar verdim. İngilizce yazmamın tek nedeni daha fazla insan tarafından okunmaktı ki bu fikrin prensibime aykırı olduğuna kanaat getirdim. Bu yola ilk çıktığım zaman okunma kaygısı duymadan sadece aklımdan geçenleri, hissettiklerimi yazacaktım. Malesef bu kararımı çiğnemiş oldum. Hem de şu unutlmamalıdır ki kişi kendisini en iyi ana diliyle ifade eder.
Kafam karışık bu aralar, kendimi boşlukta hissediyorum. Pesimist ve de gerçekçi bir yönüm olduğu için her zamanki gibi düşüncelere daldım, hayatımı sorguladım, bulunduğum nokta üzerine kafa patlattım ve dürüst olmak gerekirse ortaya çıkan tablo beni pek mutlu etmedi. Ailemi, arkadaşlarımı, herşeyimi kısacası hayatımı geride bırakarak bir yola baş koydum ve Fransa'ya geldim. Karar vermiştim ki geçmişe sünger çekip, yeni bir hayata başlayacaktım yurtdışında. Nitekim gerçekten de öyle oldu, bağlarımı mümkün mertebe kopardım. Hatta öyle ki ailemle, bana en yakın olan insanlarla, iki haftada bir telefonla yaklaşık 5 dakika konuşuyordum. En yakın arkadaşlarımı ise aramak bir yana Facebook'tan, msn'den mesaj bile atmıyordum.
Fransa'ya geldiğimden beri yeni insanlarla tanıştım, farklı farklı milletlerden gelen bir sürü arkadaşım oldu. Sevdiklerim oldu, kafasını omurgasıyla beraber yerinden sökmek istediklerim oldu. Türk arkadaşlarım da oldu epeyce. Yedik, içtik, gezdik, tozduk, sohbet ettik. Şimdi dönem sonu geldi ve herkes geldiği yere geri dönüyor, ben ise bir müddet daha burada kalacağım, hatta seneye de burada olacağım Aralık'a kadar. Sonrası ise meçhul artık nereye gideceğimi ben bile bilmiyorum; belki ABD, belki İngiltere, belki Fransa tekrar, belki de Türkiye'ye daimi dönüş. Burada tanıştığım insanlardan mezun olanlar iş hayatına atılıyor, exchange için gelenler evlerine normal hayatlarına geri dönüyorlar. Buraya kadarmış, sizlerle tanışmak güzeldi diyerek vedalaşılıyor. Üstüne bir de sanki çok olacakmış gibi: "İlerde mutlaka görüşeceğiz" gibisinden yalan vaatlerde bulunuluyor. Kısacası hikaye sona eriyor. Öte yandan Facebook'ta insanların hayatlarını röntgenlerken gelen notification'larda arkadaşlarımın, geride bıraktığım insanların resimlerini görüyorum. Herkes bıraktığım gibi birlikteler, geziyorlar, eğleniyorlar, kimisi okumaya devam ediyor, kimisi de çalışmaya başlamış iş güç sahibi olmuş. Hatta aralarında nişanlananlar ve evlenenler bile var...
Tekrar bana geri dönecek olursak duruyorum ve düşünüyorum. Tamam herkes evine dönüyor, Türkiye'dekilerin kendi uğraşları var, peki benim neyim var? Cevabı ne yazık ki hiçbirşey, çünkü kendime ait bir hayatım yok. Şimdi okul da kapandı ve bunu bütün şiddetiyle yaşıyorum. Burada edindiğim arkadaşlıklar ne gerçek arkadaşlıklar, ne de yaptıklarım ettiklerim gerçek hayatın ta kendisi. Tamamen boşluktayım, hayatımı da beraber bu boşluğun içine sürüklüyorum. İşte bu noktada hayatımı bir pavyona benzettim ve içindeki tek konsomatris de benim. Burası öyle bir yer ki insanlar uğrar, gelir, geçer, eğlendirirsin, güldürürsün, keyiflendirirsin. Saatler geç olduğunda ise evlerine dönerler, onlara yaşattığım mutluluklarla. Ben ise gidecek yerim olmadığı için yapacak işim olmadığı için bir sonraki gelecekleri beklemeye koyulurum ve bu rutin tekrarlanır. O kadar berbat durumdayım ki, kendime ait hiçbir şey olmadığı seks hayatım da kalmadı. Üstelik ister istemez başkalarınınkine dahil oluyorum. Hayır gang bang'den bahsetmiyorum. Yan tarfta yaşayan ben 4 yaş küçük pisliğin sabah, öğlen, öğleden sonra, akşam ve gece yaptığı seksi duymaya maruz kalıyorum. Sersem kız arkadaşını odaya kilitledi herhalde.
Bu akşam kalabalık bir jübile olacak. Misafirleri asıl hayatlarına uğurlarken ben burada kalıp yeni gelecek olanları beklemeye koyulacağım, onlar geldiğinde göreve yeniden başlıyor olacak. Fakat ne yazık ki yaşadıklarımın, tanıştıklarımın hiçbiri kalıcı değil, gerçek bile değil...
22 Nisan 2008 Salı
Milano: The City of Disappointment
I walked around more to examine the city, though I did not enjoy it. It seemed to be very dull and the streets, buildings were simple and boring. This was another disappointment for me how could people exaggerate it that much. There were nothing interesting and I have decided to sit somewhere to enjoy a drink. While I was sitting at the cafe of Gucci, which is perfectly good with a wonderful menu at Galeria next to Duomo, I was reading my GQ, suddenly "it" came... I am mentally complicated and confused and as a probable result I have started to have anxiety and panic attack. Those attacks have started to occur since last June and they have been continuing still with wide time intervals. It caught me when I was least expecting. My heart beats increased, I was breathing too fast and I was feeling as if I am going to die there at that moment. I was totally alone and there was nobody to take care of me. This idea made me worse and I have felt like I should throw myself out to get some more fresh air, so that I can divert my attention too. The streets were extremely crowded and people were everywhere, it seemed as if they are going to run over me. Also some people were selling umbrellas on the street, to grab attention they were opening them suddenly to the faces of people and I had to walk through many of these sellers, they triggered my dizziness. When I started to tremble and shake I have decided that sitting at somewhere again would be the best idea. I sat in a café and ordered a glass of wine, I drink a lot and I thought it would have helped me to calm my nerves. Interestingly I have paid visits to many cafés in Milano but every time I order something, the waiters and the waitresess with the attitude of the creators of earth, were too rude and impolite. Who the hell do they think they are? Those pitiful minions were acting as if they are the immortal and mighty gods of Olympos coming down to earth, among the mortals, us. To be honest not only those imbeciles but most of the people on the streets were like that. I have always thought that the Italians are friendly and warm Mediterrenian people. The truth was actually opposite, they were all acting like jerks, it was a huge disillusion for me. I live in France and I prefer the French ten times to those morons. I love France and French people, whatever the others say. Those people made me even worse and I had to do something. Something that would make me feel really good, then I have decided to go to the place where you can find some smiling faces and where you can make yourself happy: Prada.
31 Mart 2008 Pazartesi
ÇİFTLERİN DÜNYASINDAN UZUNCA BİR MOLA...
- Kalabalık bir grupla beraber geçirilen bir akşamda eğer bolca çift varsa, insanlar arasındaki iletişim zayıftır; çünkü sevgililer ilgilerinin 60%'ını birbirlerine vermekten başkalarını göz ardı ederler, dikkatlerini diğerlerine vermezler. Siz de bekar bir insansanız dikkatinizin 100%'ünü başka insanların sizi nasıl geçiştirdiğine, sallamadığına verirsiniz.
- Eğer çiftlerin olduğu bir ortamdaysanız birbirleriyle bolca cilveleşmelerine tanık olursunuz ve de bu davranışları gözünüze gözünüze sokulur. "Bak benim sevgilim var..." gibisinden aklınca nispet yapılır. Siz de bir bekar olarak kendinizi itilmiş hissedersiniz.
- Eğer yakın bir arkadaşınız sevgilisiyle kavga etmişse akıl danışacağı en son kişilerden biri genelde bekar olanlardır. Ne de olsa kelin ilacı olsa başına sürer prensibinin mevcudiyeti söz konusudur.
- Geçirilen bir akşamda eğer bolca sevgili mevcut ise "yazık" manası taşıyan: "Merak etme bir gün senin de karşına birisi çıkar" tesellilerini dinlemek zorunda kalırsınız. Bir de bu sözler sarfedilirken ki bakışlar, çatılan kaşlar ve de hüzünleştirilen ses tonu cümleyi daha rahatsız edici hale getirir.
- Yaşadığı ilişki yüzünden en yakın arkadaşlarınızı tanıyamaz hale gelirsiniz. Hayat tarzları değişir, evcimen olurlar.
- Bir zamanların keyifli ve uzun sohbetlerinin yerini dert yanmalar, "Bunu bana nasıl yapar?" gibisinden yakınmalar alır.
- Gece dışarı çıkarken o kadar çiftle beraber kapıdan içeri girerken kişi kendisini sap ve de kaybeden gibi hisseder. Özellikle bir gece kulübüyse ve de kız erkek denkliğine bakılıyorsa aradan kaynayıverirsiniz, bir nevi görünmez olursunuz.
- Eğer yine hep beraber dışarı çıkılmışsa çiftlerin arasında çıkan kavga ister istemez dışarıya yansır ve de diğer insanların da gece boyu keyfi kaçar. Genelde sebep kıskançlıktan kaynaklanır ve de dolaylı yoldan kavganın faturasını geceniz mahvolarak siz ödersiniz. Hele bir de ertesi gün muhakkak barışırlar, siz de gerildiğinizle kalırsınız.
- Yıldönümü veya sevgililer günü gibi diğer kutlama zamanlarında yapayalnız kalırsınız ve içten içe özenir, kıskanırsınız.
- Sevgililerin birbirleriyle oynadıkları evcilik oyunlarına maalesef tanık olursunuz. Şahsen ben "Canım dışarısı soğuk montunu al", "Bulaşık makinasını çalıştıracağım koyacak birşey var mı?" gibisinden anaç ve de "caring" cümleleri duydukça irkiliyorum.
- Yakın bir arkadaşınıza oturmaya gittiyseniz, kişi "saatlik rapor" vazifesini yerine getirmek adına telefona sarılır ve de saatlerce konuşur sevgilisiyle, sizin varlığınızı görmezden gelerek. Kendi kendinizi televizyon izleyerek veya bulduğunuz bir gazete veya dergi ile teselli edersiniz.
- Eğer bir çift ile aynı odada veya mekanda bulunuyorsanız birbirlerine sarf ettikleri aşk ve sevgi içerikli ancak bir o kadar da gevşek ve komik zamirlere maruz kalırsınız. Misal: "aşkısı", "meleğim", "bebişim",...vs.
- Karar vermeyi gerektirecek bir durumda demokrasiden ziyade sevgilinin istediğinin olması da bir diğer nefretlik duygudur. Örnek: A:Hangi filme gidelim? B: Ece hangisini isterse ona gidelim.
- Eğer arkadaşınız, kız arkadaşı ve siz bir arabadaysanız ön koltuğa oturan kişi olarak tercih edilmezsiniz. Üstelik vites üzerinde birleşen elleri gördükçe de o koltuğa asla oturamayacağınızın farkına varırsınız.
- Eğer arkadaşınızla bir program yapacaksanız hesaba katılacak bir diğer unsur ise sevgiliden izin almak. Arkadaşınız erkek ise sevgilisi tarafından "güvenilmez" ilan edilirsiniz ne de olsa kız, erkek arkadaşının bekar olan siz ile vakit geçirmesinden hiç hoşnut kalmaz.
- Her ne kadar acı ve de kaçınılmaz olsa da yıllardır tanıdığınız, en yakın arkadaşınızın gözündeki yeriniz birkaç aylık kişi sayesinde iknci plana itilir ve de vaktinin büyük bölümünü o kişiyle geçirir. Artık pek sık aranmazsınız. Fakat şu unutulur ki insanlar gelip geçicidir, arkadaşlıklar kalıcıdır.
- Kalabalık bir grupla gidilen tatilde çiftler denizde sarmaş dolaş aşk yaşarken siz de tek başınıza şöyle bir ileriye açılırsınız ya da sahilde kumdan kale yaparsınız.
- Arkadaşınız, sevgilisinin özel bir günü geliyorsa (doğumgünü, yıldönümü) yardım etmeniz için sizi ikna eder; hediye seçimi, yapılacak süpriz gibisinden aktiviteler için. Düşünürsünüz, mağazaları gezersiniz kısacası vaktinizi harcarsınız ve sonunda bütün övgüyü ve teşekkürü arkadaşınız alır.
- Kimi zaman kavga etmiş sevgililer arasında arabuluculuk yapmanız gerekebilir, hatta sırf arkadaşınızın ilişkisini kurtarmak adına yalan söylemeniz ve de "kötü insan" rolünü oynamanız istenebilir. Herşey düzelince kötü olduğunuzla kalırsınız.
- Çiftlerin bolca bulunduğu bir ortamda sıklıkla eleştirilirsiniz hatta çok biliyorlarmışçasına bir de akıl vermeye kalkarlar; "........ yüzünden kimseyi bulamıyorsun kendine" gibisinden.
- Bir müddet sonra çiftler organizma halini alırlar ve de tek beyin halinde karar, idrak, beğeni vs. mekanizmaları çalışır. Aynı kitabı okurlar, biri dışarı çıkmayacaksa öteki de çıkmak istemez, uyumlu kıyafetler giyerler, vs... Siz de evvelinden tanıdığınız kişilerin bu metamorfozlarına tanık olur sinirlenirsiniz.
Bir an heyecanlandım ve de ne yalan söyleyeyim devam edesim geldi. Tanrı'ya şükür ki burada birçok kişi çift değil veya en azından olanlar ise "diğer yarılarından" kilometrelerce uzaktalar. Adam gibi sohbet edebilmeyi, dilediğim gibi dışarı arkadaşlarımla dışarı çıkmayı özlemişim. Ayrıca şunu da fark ettim ki maddeleri sıraladıkça ayrı bir irkilme hissiyle "çift" olmayı reddetmek istiyorum. Yukarıdakiler gözümün önüne geldikçe sanırım daha çok uzun bir süre bekar gezeceğim, mümkün mertebe bekar arkadaşlarımla...