16 Eylül 2008 Salı

Felekten çalınan bir tatil

Efendim bir önceki yazımda, ki kendisini yazalı bir hayli zaman oldu, tatil süresince günlük neler yapıp ettiğimin ufak bir özetini anlatmıştım. O tarihten itibaren yaptığım çok çılgın ve aşırıya kaçan bir durum olmasa dahi yine de biraz daha devam etmek istiyorum. Tamamen tembellik ve baba parası yemeye yönelik bir tatil yaptım. Tabii tatil yaptım derken burada Haziran ayında başlayıp Eylül'e kadar süren istirahat vaktinden bahsetmiyorum.


O yazıdan sonra şehirden uzaklaşmak maksadıyla şöyle bir Bodrum'a gideyim dedim. Gerçi kişisel tercihlerim arasında genellikle Çeşme'yi Bodrum'un üzerinde tutmuşumdur her zaman. Nitekim Bodrum her ne kadar bir zamanların güzide beldesi, rahmetli Zeki Müren'in son günlerini geçirdiği müstesna yarımada ve Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in sürgün yeri olup ona muhteşem bir ilham verse de günümüzde oldukça leş bir vaziyette. Son derece ucuzlaştı ve ayağa düştü, üstelik nefret ettiğim yerlerden bir türlü kopamamak gibi bir huyum olduğu için kendimi son 6 senedir olduğu gibi yine kalabalık ve şımarık bir arkadaş grubuyla Bodrum'da buldum.

Konaklamak için geçtiğimiz yıllarda Türkbükü'nü tercih ederdik bu sefer rezervasyonda biraz geç kaldığımız için Gündoğan'ı kendimize üs olarak seçtik. Orada bir arkadaşımın yazlığına kapağı attım, Tanrım para vermeden konaklamaya bayılıyorum! Ola Mare (belki birleşik hatırlamıyorum) adlı sitede kaldım. Her ne kadar ismi Çeşme'deki Sole Mare adlı beach'i anımsatsa da beklentilerimin aksine oldukça başarılı bir yerdi. Son derece modern ve lüks villalardan oluşan bir site, hatta o kadar güzel evler vardı ki ağzımın suyu çenemden akacaktı. Çok güzel yeşillik bir alanın ilerisinde yer alan havuz, çevresinde armut koltuklar ve az ilerde deniz. Gerçi denizi pek tatmin etmedi beni, her neyse... Gündoğan'ın hoşuma giden yanı ise bulunduğu yerdi. Nihayetinde Hekimköy üzerinden Türkbükü yakın sayılırdı. Yalıkavak'da aynı şekilde. Gündüzleri Ole Mare'den denize girmek yerine geleneksel Türkbükü beach'lerine gitme seansı tekrarlandı. Bu sene Türkbükü bir hayli değişmiş özellikle köprünün "halk" tarafındaki iskelelerin yıkılmasıyla tuhaf bir görünüm almış. Gözüm bunca zamandır alışkın olmadığı için hafiften yadırgadım. "Öteki" yaka ise değişime karşı duramamış. Bundan birkaç sene evvel azıp eğlendiğimiz yerlerden biri olan Mio'nun yerinde yeller esiyordu. Fakat çok şükür ki her derde deva Maki Otel'in ve Maça Kızı'nın iskeleleri dimdik ayaktaydı, üstelik yeni açılan Lola'da bizlere uzaktan "gel gel" yapıyordu. Bunlara ilave olarak yılların değişmezi Bianca'da es geçilmemeli. Tabii eski adıyla Havana. Rutin olarak öğlen iki gibi kalkılır kahvaltı yemek artık ne varsa yenilir ve doğrudan soluklar bu beach'lerin birinde alınır. Tabii beach denilince akla "The Beach" filmindeki gibi turkuaz sular ve muazzam bir doğa gelmesin. Tahta iskeleler, şezlonglar, pek fena olmayan yemekler, bir sürü yat-tekne, ukala garsonlar, güzel fakat ruh hastalığı yaratacak derecede pahalı içecekler ve, ki bence en önemlisi, happy hour partileri. Akşam olduktan sonra şezlonglar katlanır desk ve localar ortaya çıkar. Kimi zaman perküsyon eşliğinde, kimi zaman ünlü bir şarkıcının vokaliyle bangır bangır müzikle azıp eğlenmek tepinmek en keyif aldığım aktivitelerden birisidir. Hele ki daha henüz gündüzken buz gibi rosé şarapla açılışı yapmak partilerde daha çok eğlenmeye sebebiyet veriyor. Yine de geçtiğimiz yıllara kıyasla eğlence de pek içler açıcı değil. Salaklaşmış Türkbükü... Çeşme'leşip sadece haftasonları keyif veriyor adama. Ne de olsa millet haftasonu kaçıp tatile gelebiliyor. Fakat kim ne derse desin Bianca'nın akşam üstü partileri bir harika (Cumartesileri). 18:00' de başlıyor ne yazık ki ve de ne aptalcadır ki 20:00'de bitiyor. Yine perküsyoncular, vokaller çıkıyor. Hatta bu sefer yabancı olduğunu düşündüğüm bir vokal Idacorr'un "Let me think about it" şarkısıyla beni benden aldı. Hakkaten ben de şöyle bir düşündüm kafamda o hoş bayanı "fantasize" ettim. Tamam belki çok güzel değil ama hoşuma gitti (resimdeki yüksekte duran siyahlı kız). Mekanın yaş ortalamasıysa diğer Türkbükü mekanlarına göre (Bianca Gölköy'de) daha yüksekti. Bunu olumlu manada söyledim. Fakat önceden de dediğim gibi 2 saat çok kısa bir zaman eğlenmek için nitekim Mykonos'tayken gece gündüz kavramı yoktu ki Cavo Paradiso'dayken güneş doğar havuzun çevresinde aza aza eğlenmeye devam ederdik.

Efendim bunlar gündüz attraksiyonları geceleri ise Türkbükü pek matah olmuyor, lakin elbette ki matah fakat şansa bağlı olarak. Mesela Ship A Hoy kimi geceler çok güzel olurken, kimi geceler berbat oluyor. Ben ki müzik manyağı bir insan olarak çoğu zaman anlam veremiyorum DJ'e. Diyorum ne yapıyor bu? Yakışmadı... Onun hemen yanındaki Mavi'de ise çok güzel canlı müzik yapıyorlar latin-jazz diyelim ortada buluşalım. Sakin bir gece geçirmek (sakinden kastım azıp bitkin düşmeden) için çok ideal bir yer aynı şekilde Yalıkavak Marina'da öyle. Orada da Buena Vista Social Club ezgileriyle müzik orgazmına doyuyorduk. Kimi geceler ise yine Bianca'da eventler düzenleniyor bu sene katıldıklarımdan birisi Serdar Ortaç konseriydi. O zibidiye çok gülünç bir para ödediğim için kendimden bu sefer nefret ediyorum. Evet bu sefer istediğiniz eleştiriyi yapın, küfredin. O gece şunu fark ettim ki adamın şarkıları hep aynı; yani çalan her farklı şarkıyı aynı şarkı sanıyordum. Bana kalsa o akşam sadece "Şeytan diyoooor ki..." den ibaretti. Iyk... Bir diğer favori gece mekanımız da Fink'di gerçi bunun için görmemiş insanlar olarak arazi araçlarımıza atlayıp Bodrum'un yolunu tutuyorduk ve de oldukça uzun bir süre yol katediyorduk. Zaten 1,5 şeritlik Bodrum yollarında o kazuletle 1,25'lik alan kaplayarak ilerlemek ve karşıdan gelen araçların altımıza girmemek adına kaçmalarını izlemek ayrı bir zevk ve korku vesilesi. İkisini birden yaşamaya bayılıyorum. Bodrum'a biraz erken saatte gidip yemeklerimizi yedikten sonra geçmiş senelerde yapmadığımız bir aktivite olan 3 YTL'ye (ya da 3,5 YTL) tekila içme seanslarını başlattık en aşşağı 6 shot içerek (ki iğrenirim tekiladan) kendimize geliveririz şöyle bir ki daha sonra ki adres olan Fink güzel geçsin. Sonra da Körfez ve Adamik adlı bunca yıl bana satanistlerin uğrak yeri olduğunu düşündürten yerlere gider bir kaç bira içeriz (ki ben asla bira içmezdim o da oldu). Ama çok sevdiğimi itiraf etmeliyim... Artık vakti gelince Fink'e gidilir, yüzsüz ve yılışık garsonlar sağolsun yerimiz hazırdır. Bu sefer Fink'i geçtiğimiz yıllara göre daha çok sevdim çünkü hem müzik anlayışları bence daha güzel olmuş hem de locaları daha bir izole yapmışlar. Gerçi belki eskiden de öyleydi ama yanılıyor olabilirim. Artık daha yüksek ve demir korkuluklarla çevrili, çok hafif balkonumsu. Hiç alt tarafla alakan ilgin yok yukarda tamamen kendi eğlencende, keyfindesin. Orda da baya bir eğlenip, azıp, yiyip, içip sıçtıktan sonra, hesap bir tarafımıza kaçtıktan sonra, eğer hala açıksa Körfez'e bir daha gidilir ve son biralar içilir. Tabii bunlar gece 3:30'dan sonra olmak suretiyle gerçekleşmeli. Aksi halde kafalar henüz iyi olmadıysa house müzikten sonra rock bir fena kaçıyor. Deniz-güneş-sahil tatili bu şekilde yeme-içme-sıçma üçgeninde gerçekleşti. Çok güzeldi, çok eğlendim, her kuruşuna da değdi. Fakat tek kötü yanı babam kredi kartımı kapattırdı. Ancak dediğim gibi her anı çok güzeldi uzun bir aradan sonra dostlarımla felekten bir "tatil" çaldım. Maalesef şimdi ise grip olmuş bir vaziyette Fransa'da boktan bir hava eşliğinde bu yazıyı yazıyorum. Hala burnumda tütüyor ne yalan söyleyeyim...

Hiç yorum yok:

Korkarım Misafirlerimiz Var Jonathan

Visitor Map