24 Mart 2008 Pazartesi

8. SANAT VE PARIS



Zaten şımarık olan kendimi biraz daha şımartmaya bayılıyorum. Fevkalade bir haftasonunun ardından pazar gecemi biraz renklendireyim dedim. Atıştıran yağmur, biraz Prokofiev ve Pachelbel, biraz vodka-martini ve de blog'da anlatılacak güzel bir haftasonu. Sorunlu bir aklım olduğu için mutluluğu alışverişte arayan zavallı tiplerden biriyimdir. Eğer kötü zaman geçiriyorsam, mutsuz hissediyorsam kendimi alışverişe veriririm. Her ne kadar hiçbir terslik yaşamasam da manik depresifliğimin verdiği hüzünle Paris'e gitmeye karar verdim. Gitmeden de dersimi sağlam çalıştım ve de piyasada ne kadar farklı dilde satılan GQ ve Vogue Homme varsa satın aldım incelemek için. Sanatın 7 ana dalı vardır ancak bana göre her ne kadar sanatçı tipler itiraz edecek olsa da aslında 8 dalı var ve tanıştırmama lütfen izin verin: "Karşınızda moda!" Birçok tasarımcı zamanlarını ayırarak insanların güzel görünmesi adına, sokaklarda çiçeklerin açmasına izin vermek adına, toplumu güzel kılmak adına muhteşem parçalar yaratıyorlar. Her biri birbirinden farklı ve de tek. Sezonluk değişen, akımlarla şekillenen güzellikler... Paris'e sıklıkla gittiğim için artık müze kavramım biraz daha değişti, artık yeni bir kategori varsa, yeni sanat eserleri göreceksem tasarımcı butiklerine atıyorum kendimi. Bu ziyaretimde sadece Paris'te değildim ben aslında, aynı zamanda Milano'da ve de New York'taydım. Kadın erkek hiç fark etmez sezonluk satılan ne varsa bakarım, incelerim. Hayır Barbaros Şansal gibi birisi değilim, sadece güzellikleri takdir eden bir moda manyağıyım. Jimmy Choo'ya gidip ayakkabıları ve zerafetlerini incelemek, Burberry'ye gidip muhafazakar ancak yenilikçi tasarımları süzmek, Asyalı modacıların, özellikle Issey Miyake ve ikinci favorim Kenzo'nun yaratıcılıklarına tanık olmak benim için bambaşka duygular.

Paris'e vardığım zaman güneşli ve yağmurlu enteresan bir hava beni bekliyordu. Gardan çıktım ve bulduğum ilk taksiyle gezimin ilk ve odak noktası olan Champs Elysees' ye doğru yol aldım. Bulvara geldiğimde moda tutkunlarının mabedi sayılan Louis Vuitton'un orada taksiyi durdurdum. O muhteşem bina, o muazzam tasarımlar ve bir sürü turist... Kimi hakikaten alışverişe gelmiş, kimisi ise illa ki görmeliyiz diyerekten içeri dalmış. İnsan güruhunu yararak içeri girmeyi başardım ve de doğruca erkek bölümüne gittim. Ayakkabılara karşı bi zaafım olduğu için doğruca kendimi o reyona attım, üstelik aralık ayından beri peşinde olduğum ancak henüz daha gelmediği için veya tükendiği için ulaşamadığım bir sneaker'ı sonunda kanlı canlı karşımda görüyordum, ayrıca numarası da vardı. Ayakkabıyı denedim ve de kendimi hobbit gibi hissettim, 41-42 olan ayak numaram ne hikmetse 40 oluverdi bir anda. Giydim ve de aynada kendime uzun süre baktım, bir tuhaflık vardı. Pek güzel görünmedi gözüme bir evvel ki ziyaretimde verdikleri katalogdaki ayakkabı değildi bu. Fotoğrafçılık sanatı sağ olsun berbat birşeyi çok abartmışlar. Sorun şuydu ki ayakkabı biraz fazla ucuz duruyordu, hani sahteci tipler vardır ya abouk subuk ne kadar Prada, Gucci taklidi varsa satarlar, işte aynı onlara benziyordu. Kendime yakıştıramadım ve de biraz daha klasik ama aynı zamanda spor olan başka bir modeli almaya karar verdim. Lakin uygun numarası bulunmadığı için ayakkabıları Salı günü bulunduğum şehirdeki mağazaya yollayacaklar. Aslında biraz da iyi oldu elimde kocaman yüklerle dolaşmak zor olurdu. Ödemeden sonra Prét-a-porter (hazır giyim) bölümüne yöneldim. Ne yalan söyleyeyim fena değildi ama çok da güzel değildi, kendimi bir an Sarar'da gibi hissettim. Ancak bavul kısmı çok başarılıydı nitekim bir sonraki sefere almak üzere bir çanta seçtim kendime kısa seyahatler için.


Louis Vuitton'da işim bitince Champs Elysees'nin sonlarına doğru Seine nehrine kıvrılan bir başka güzel caddeye gittim; Avenue Montaigne. Burası Vogue'un Nisan sayısında ilanı olan ne kadar mağaza varsa bulunduğu bir yer. Turuma Gucci'den başladım, her zaman ki gibi kapılar açılır ve içeri girersin, üst kata çıkarsın, dolaşırsın ne var ne yok diye. İlkbahar yaz kolesksiyonu fena sayılmazdı, hatta başarılıydı ancak ben pek fazla renkli şeylerden hazzetmediğim için bana çok cazip gelmedi. Özellikle fıstık yeşilinin neden bu kadar sık kullanıldığına pek bir anlam veremedim. Öteki tarafta klasik çizgileri iyiydi ancak çok fazla birşey yoktu, yani seçenekler çok azdı. Ayakkabılara gelecek olursak her zaman ki gibi Türkiye'de taklidi çok bol olan; üzerinde iki kemer olan, Gucci'nin amblemi (G ve ters duran G) bulunan ve de 2003 yılında piyasaya sürülen ayakkabılar hala satılıyor. Berbat... Lakin çok güzel seçenekler de mevcut elbette. Spor tarzda bir ayakkabıyı iyi kötü beğenirken, klasik ayakkabıları çok başarılı buldum. Gucci'den sonra Dior'a girdim. Ne yalan söyleyeyim en başarılı bulduğum mağazalardan birisi kendisi bu sezon için. Özellikle gömlekleri bir harika, tabii kravatları da unutmamak gerek. Kısa ve farklı renkli yakalı gömlekler, kol düğmesi bölgesinde farklı renkler... Kravatlar incecik, merserizeler çok başarılı. Çok inovatif değil ancak kendime çok yakın bulduğum bir gerçek. Görür görmez aşık olduğum trençkotu da unutmamak gerek. Prada bir sonraki durağımdı, buraya girereken ayrı bir istekliydim çünkü kendisini gayet başarılı bulurdum. Ancak bu sezon biraz hayal kırklığına uğradım. Fazlasıyla iddalı kıyafetler vardı, ayakkabılar da cabası. Kesimler fena değil ancak kullanılan kumaşlar ve de desenler açıkçası giymek için biraz cesaret gerektiriyor. Ne yazık ki kendime göre pek birşey bulamadım montlar dışında... Her zaman ki Prada çizgisi; sade ve siyah. Aynı renklilik bayan bölümünde de vardı ancak çok başarılı ve de cesurdu. Birbirinden renkli çantalar göz kamaştırıcıydı... Girdiğim çıktığım yerleri ve de incelediklerimi yazacak olursam sanırım biraz uzar bu yüzden kısa kesmekte fayda var. Kısaca bahsetmek gerekirse Dolce & Gabbana tamamen bir hayalkırıklığı. Eğer ileride bir gün Aksaray'da, Laleli'de kadın satmaya karar verirsem gardrobumu nereden düzenleyeceğimi biliyorum. O zamana kadar aksesuarlarıyla idare etmek yine en iyi çözüm. Fendi ilginçtir ki erkek bölümünü Paris'te kapatmış akıl almaz bir şekilde. Görevliye en yakın Fendi (erkek) nerede diye sorduğumda bana verdiği Londra veya Milano cevabından sonra oldukça şaşırdım. Yani Paris'te bulamazsak nerede bulabiliriz ki? Sonuçta dünyanın moda merkezi... Kenzo güzeldi aslında en çok şaşırdığım da Kenzo oldu. Aşırı renkli ve cıvıl cıvıl, normalde asla tarzım değildir, cenaze varmışçasına hep karalar bağladığım için nasıl bu kadar bağlandığımı hala anlayabilmiş değilim... Ralph Lauren' in Black Label kolleksiyonuna bayıldım. Az önce de dediğim gibi siyah düşkünü bir insan olduğum için kendimi buldum orada. Calvin Klein sıradan gelse de takım elbiselerini beğendim, hakileri de harika. Armani desen o da fena değildi ancak Armani Jeans'e ve de Armani Exchange'e olan mesafem hala azalmış değil, ama yok eğer Giorgio ise veya Emporio ise eyvallah... Cerruti, Cavalli ve Hugo Boss ise gezimin geri kalanında uğradığım yerler arasında ancak zamanım azaldığı için pek fazla vakit geçiremedim. Bu karmaşa da iplerini yeni koparan ve de kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan Marc Jacobs'ı da es geçmemeli, o da çok başarılıydı.












Moda çılgınlığından vakit bulduğum bir anda ise kendimi fevkalade bir restorana attım, ismi La Maison Blanche. Paris'te rezervasyon çılgınlığı yaşanmasına rağmen şansım yaver gitti ki öğlen yemeği için kendime bir masa bulabildim. Kendisi Avenue Montaigne'de bulunan Theatre des Champs-Elysées'nin üzerinde konuşlanmış bir teras restaurantı. Manzarası harika Montparnasse Tower'dan, Dome Kilisesi'ne oradan Eiffel Kulesi'ne kadar tüm Paris ayaklarınızın altında. Yemekleri ise Güney Fransa mutfağı olup oldukça başarılı. Fakat normal zamanda gitmek için illa ki rezervasyon şart. Ayrıca birazcık pahalı; ancak ambians ve de başarılı mutfak insanın sızlayan içini birazcık da olsa yatıştırıyor.


Uzun günün ardından eve dönüş vaktim geldi. Yorgun bir beden ve de boş bir cüzdan ile trende kendimden geçmiş bir vaziyette bir saat yol aldıktan sonra nihayet yaşadığım şehire geldim. Günün sonunda ise alışverişe ve sanata doymuş olmanın verdiği keyifle güzel bir uyku çektim...












5 yorum:

si-men dedi ki...

uzn yazılardan pek hazetmesem de arada bir takılıyorum sürükleyici olanlarına, zira bu yazı da ziyadesiyle başarılı. felekten bir gün çalmak ve zevkten ihya olmak senin durumun, amsterdamda bir D&G reklamı görmüştüm, sağlam hoşuma gitmişti aslında sezon, renkler cezbediyor sanırım. Fendi'nin yaptığı şeye hala anlam veremiyorum, tamam Londra yakın ama Paris gibi bir şehirde kapatmak neden, iş yapmamış olma olasılığını düşünmek bile istemiyorum. ellerine sağlık :)

Ralphius dedi ki...

çok merci si-men cim. D&G iyi oluyor ancak, Dolce&Gabbana (konsept daha farklı) biraz abartılı ve de çirkin geldi bana. tabii aradan güzel bir kaç şey bulmak mümkün elbet... Fendi'nin gerekçesi dediğin gibi iş yapmamış olması, ne yapacaklarına karar verme aşamasındalar, ama sanırım tekrar açılacak...

Hollystone dedi ki...

İstanbul'da kapanan AP'den sonra ama açılan GAP'tan sonra :) (karışık oldu farkındayım) Maçkaya'da bir 'Şanzelize' kıvamlı bir yer açılıyor. Bence madem bu kadar meraklısın, mutlaka gelip görmelisin. Marc Jacobs bile açılıyor!

Ralphius dedi ki...

Haklısın görmekte fayda var ama ne yazık ki ülkemiz cingöz insanlarla dolu. Türkiye'de satılan ürünler nedense olması gerekenden biraz daha fazla pahalı satılıyor. Misal Vakkorama'da ki Fred Perry'ler ve de buradaki Fred Perry'ler veya Louis Vuitton'da aynı şekilde. Üstelik ürün yelpazesi d eçok geniş. Ama böyle bir yerin açılıyor olması sevindirici, kim bilir belki İstanbul bir sonraki moda merkezlerinden birisi olur :)

Hollystone dedi ki...

Fred Perry'yi en iyi Londra'dan alıcaksın. Bedava nerdeyse. En büyük hayalim :)

Korkarım Misafirlerimiz Var Jonathan

Visitor Map